2019 yılındaki 16. Istanbul Bienali’nden sonra bir etkinlik gerçekleşmiş. Bu bağımsız sergide bulunanlardan biri 3 ay boyunca bienalde çeşitli turlar vermiş, diğeri ise o sergiyi ziyaret etmiş. Turuna katılanlardan bir çemberin oluşmasıyla tatlı bir sohbet başlamış. Konular doğal olarak burçların tartışılmasına evrilmiş ve bu iki yabancının, aynı yıl, aynı gün, aynı hastanede 1,5 saat arayla doğmuş olduğu ve aynı odada kaldığı ortaya çıkmış. İşin daha enteresan kısmı ikisi de fotoğrafçı. Bu haftaki Alıp Başını Gidenler, tesadüfen birbirlerinin hayatına girmiş bu manevi ikizlerden, bienalde tur rehberi olan ile ilgili.
Berk Kır, 24’üne basmış, genç bir sanat tarihçi, fotoğrafçı, araştırmacı ve yaratıcı. İstanbullu, genel olarak heyecanlı ve meraklı biri. 2019’dan beri Samsung marka elçisi, fotoğrafları Vogue İtalia ve Apple gibi yerlerde paylaşılmış. Çok fazla deneyimi ve enteresan hikayeleri olan, konuştukça dinleme isteği uyandıran bir flanör ve kaşif. Bir de, akışkan olmaya ve eşyalara yüklenen anlamların potansiyellerine önem veren biri.
Fotoğrafla ilk teması, 8 yaşlarında aile hatıraları ve doğum günlerini ölümsüzleştirmek için kullanılan ve eniştesinin olduğunu tahmin ettiği bir analog kamerayı kullanarak oyuncakları fotoğraflaması ile gerçekleşmiş. Ama o bunu fotoğraf çekmektense yaramazlık olarak adlandırıyor.
İlk gerçek deneyimi lisenin birinci yılında fotoğraf kulübüne katılması ile oluşmuş. Bunu hayatında önemli bir nokta olarak görüyor. Bu kulüple cumartesi günleri gezilere gidip, pazar günü de çekilen fotoğrafları paylaşır ve tüm katılımcılar kimin çektiğini bilmeden fotoğraflara yorum yaparlarmış. Başkalarının daha profesyonel kameralarına kıyasla Berk’in kullandığı ve uzun bir süre kullanmaya devam ettiği kamera da, o dönemlerde benzincilerde puan biriktirerek alınabilen gri bir Sony kameraymış. Bu kameraya sahip olması onun küçük detayları yakalamasını sağlamış ve büyük bir avantaja dönüşmüş.
Berk zaten detaylardan zevk alan biri. Şehir içinde yürürken bir anı ölümsüzleştirmek, bir anı yakalamaktansa, o olaylara “bir flanör gibi” yaklaşarak, gözlemlediklerinin onda bıraktığı etkiyi kurguladığını paylaştı. İstanbul da bir nevi onun açık hava stüdyosuna dönüyor. Yürüme sevgisi, gözlem yeteneği ve görebileceklerinin sınırsızlığı da fotoğraflarını güzelce besliyor. Genelde kahve içme yakınlığı hissettiği insanları fotoğrafa taşıyormuş.
“Aslında insanların yüzlerini bir tuval gibi görüyorum ve otoportremi yaratıyorum. Bunu yaparken de şehir tabii ki benim için bir ilham ama şehirdeki insanları doğrudan yakalamıyorum — bilinçli olarak kurguladığım şeyler oluyor.”
Bununla beraber hayatındaki detayları, küçük veya daha sıradan olan aktivitelerin değerini, başarılarından ayırmamaya çalışıyor.
“İnsanlarla beraber olmak benim için mutluluk verici. Güneşle olan temasım, yolda yürüyebilmek, ufak şeyler hayatımda büyük etkiler yaratıyor. Onları da, yaptığım işin getirdiği başarıyı da gündelik hayatta içtiğim iyi bir kahveden ayırmıyorum.”
Lisesindeki fotoğrafçılık kulübü 1 sene sonra kapanınca, telefonu ile fotoğraf çekmeye başlamış. Bu dönemde İnstagram ile tanışmış. 17 yaşında bir mobil fotoğrafçılık sergisinde fotoğrafı sergilenmiş, satılıp bir derneğe bağışlanmış.
“Bunlar aslında 17 yaşındaki bir insan için etkileyici şeyler,” dedi.
Berk’in 17 yaşında, hayatını etkileyen bir diğer deneyimi de Avrupa seyahati olmuş. Beraber gideceği arkadaşının son dakika bir işi çıkınca, bayram harçlıkları ve biriktirebileceği tüm gelirle satın aldığı tura tek başına katılmış. Tura diğer katılanların çoğu 35lik olmakla beraber hayatlarında belli düzenleri, meslekleri olan insanlarmış. Bazıları onu cesareti için kutluyor, bazıları da şaşırıyormuş. Berk için can alıcı nokta Viyana Sanat Tarihi Müzesi’nde gerçekleşmiş.
“Oraya ait olmakla ilgili bir şeyler hissettim ve onun peşinden gittim, sanat tarihine öyle başladım. Keşfetmem gereken bir alanın içine sürüklendim. Sonra o heyecan katlandı, büyüdü de büyüdü,” diyerek sanat tarihine olan ilgisinin nasıl tohumlandığını açıkladı.
Böylece Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sanat tarihi okumuş. Bitirme tezi olarak da performans sanatı üzerine çalışmış. Öncelerinde Sony kamerası, telefonu, arkadaşlarının kameralarını kullanarak harika fotoğraflar çeken Berk, üniversiteye başlarken ilk kamerası olan Canon 600D’yi almış. Artık tüm fotoğraflarını çekmek için bu kamerayı kullanıyor: tek lens ve biraz rastgele. Performans sanatı da üniversite tezinin ötesinde, aslında hayatında büyük bir yer kaplıyor çünkü eline her kamerayı alışı onun için bir performans.
“Fotoğraflarının hiçbiri ayarlı değil, hepsi rastgele, o an görmek istediğim şekilde, hiç ekrandaki değerlere bakmadan, sağ sol ileri geri yapmak, eylemler üzerinden ilerliyor,” dedi. “O yüzden benim için biraz da performatif oluyor.”
2020’nin Şubat ayında, Aura Sertifika Programına kabul edilerek salgınlar tarihindeki görsel kültürü araştırmış ve İtalya’daki veba salgınından günümüze kadar olan salgınların döneminde ne tür sanatsal üretimlerin yapılmış olduğuna bakmış. Bunun bir haritasını çıkarmış ve podcaste dönüştürmüş.
Geçtiğimiz yılın mart ayında, ilk kapanma herkesin hayatını bir anda durdurduğunda, Berk evden 3 ay boyunca çıkmamış. Normalde haftada en fazla 2 gününü evde geçiren flanörümüz bir anda her günü evde geçirmeye başlamış. Zoom’a taşınan hayatlarımızda da fotoğrafçılık onun için bir istisna olmamış. Nesnelerin potansiyelinden ve onlara yüklediğimiz anlamlardan sıkça bahseden Berk, fotoğraf çekmek için deklanşörü olan bir fotoğraf makinesi olması gerekmediğini düşünerek, bilgisayarındaki print screen tuşu ile Zoom photoshootları gerçekleştirmiş.
“Olaylara kavramsal boyutta yaklaşmayı çok severim. Benim için bir alt metin, gerçeklikten çok daha önemli. Fiziki olarak evin içinden çıkmadan bir başkasının evine dahil olabiliyorum ve o mekanları aşmak için iyi bir senaryoydu. Rüya görmek gibi, hiç gitmediğim bir yeri anlatıyorum ve belgeliyorum. Böyle yaklaştığım zaman beni de içine almıştı.”
Berk Zoom üzerinden Kadir Has Üniversitesi’nde Kültürel Mirasın Korunması bölümünde burslu olarak yüksek lisansını yapıyor.
“Kültürel mirası koruyup aktarabilmek ve Türkiye’de özellikle doğru müdahalelerde bulunabilmek çok önemli çünkü yanlış örneği çok fazla,” dedi.
Linkedin’de paylaştığı üzere 1880'li yıllarda İzmir'deki Tralleis antik kenti kazı çalışmalarında tespit edilen Seikilos Yazıtı/Steli'nin Kopenhag'a kaçırılması ve 1960'lı yıllardan itibaren Danimarka Milli Müzesi'nde sergilenmesi üzerine Kültür ve Turizm Bakanlığı ile iletişime geçmiş ve ülke sınırlarına dönmesi için çalışmaların başlatılmasını sağlamış. Kültürel mirası koruma isteği ile beraber, bence temelinde doğduğu ve büyüdüğü şehir olan İstanbul ve genelinde Türkiye’ye duyduğu aşk da Berk’in kararlarını etkilemiş.
“Bu şehre aşığım. İstanbul için sürekli bir şeyler yapmak istiyorum ve çoğu zaman ilham da aldığım bir yer,” dedi.
En sevdiği yeri sorduğumda da 20 dakika önce tanışmamıza rağmen ‘tam onluk’ diyebileceğim bir cevap verdi:
“İstanbul’u belli bir mekana sığdırmak benim için zor, şehre yaklaşımım hep geçiş alanı ile alakalı. Bir yerde gitme halinde olmak, akışta olmak, bunlar benim kendi hayatımda da benimsediğim şeyler. Bilinçli müdahaleleri olan bir bakış. İstanbul'un pasajları derdim herhalde, geçiş alanları olduğu için.”
Bu geçiş alanını kullanarak “Başımın Üstünde Yerin Var” adlı kadınlık nesneleri üzerine bir seri yaptı — ve bu seri için üretmeye devam ediyor. Bu seri kapsamında evde nesnelere cinsiyet adanmasını sorguluyor ve eşyaları onlara yüklenen anlamlar ile yeniden tanımlıyor.
Bu seri aslında arkadaşları ile Eminönü’nde yürürken karşısına çıkan bir çaydanlıkla başlıyor.
“İstanbul’da çok yürüdüğüm için etrafta gördüğüm nesneleri topluyorum. Çaydanlık fotoğrafı ile başlayarak yine o gün içinde çekilen pasajın içinde bulduğumuz eşyalarla şekillendi,” dedi bu seri hakkında.
Pasajın başka bir önemi de, daha önce bale fotoğrafları çekerken balerin arkadaşlarının taciz edilmesinden geliyor.
“Pasajdaki o deneyimim, orada bulduğum nesneler ile birleşerek kendi gözlerimi açmama yarayan bir seri oldu.” dedi. “İnsanları hayatlarındaki nesnelerin rollerini düşünmeye sevk etmek istiyorum. Bunların üzerine düşünüldüğünde, cevabı kendinize verdiğinizde, eskisi gibi olamayacaksınız.”
Berk’e en çok heyecan veren şeylerden bazıları sanat tarihi, kültür hayatı ve kültürel birikim. Bunları ve fotoğrafçılığı birleştirebileceği bir işte çalışabilmek de istekleri arasında. Yetkinliğin önemine değiniyor.
“Sanat tarihi okuyorum ama sanat tarihi ‘okudum bitirdim’ gibi bir bölüm değil. Onu yaşaman gerekiyor.”
Yaşamak için de merak ettiği farklı sektörlerde çalışmış. Sanat tarihinin geleneksel medyada nasıl temsil edildiğini görmek için Milliyet Kültür Sanat’ta, özel bir müzede nasıl işlediğini görmek için Rahmi Koç Müzesi’nde, devlet müzesini deneyimlemek için Ayasofya Müzesi’nde stajlar yapmış. Kazıların nasıl olduğunu görmek için iki yıl Sinop Balatlar Kilisesi’nde çalışmış. Bu tecrübelerin hakkını verebileceği ve bu dört yıl boyunca öğrendiklerini kullanabileceği bir işe sahip olmak istediğini paylaşıyor.
Bu başarılarından ve deneyimlerinden hangisinin onu şaşırttığını, o ‘wow’ etkisini yarattığını sorduğumda da Madrid'de ve Lizbon'da gerçekleşecek çağdaş sanat fuarında bir fotoğraf serisinin temsil edilmesini paylaştı.
“Ona Berk bravo çocuk dedim yani kendi kendime,” diyerek güldü.
Berk’in en çok istediği şeylerden biri ürettiklerinin kendi coğrafyası dışına çıkması. Fotoğraflar ve anlam da sınırlar dışına çıkıyor, yer ve seyirci değiştirerek farklı formlara girebiliyor. Kendine ve 20liklere de tavsiyesi bu akışkanlık içinde kendinizi bulmanız:
“Neyi kovaladığını ya da neyden kaçtığını anlaman için harekette olman gereken bir yaş. O yüzden harekete geç!” dedi.
Herkesin bu cesareti bulması dileğiyle.
Bu yazı 20’liğin 5 Mayıs 2021 sayısında yayımlanmıştır.