Aylin’in hayalinde ahşaptan bir atölye var. Müstakil. Bahçeli ve sakin. Gittiğinde müziğini açtığı, kahve makinesinde hazırladığı kahveyi üfleye üfleye içtiği, oturup resim yaptığı bir yer. Anahtarlığındaki ev anahtarına dostluk edecek bir başka anahtar, evinden uzaklaşıp üretebileceği, kedisi Şeker’i de yanında getirdiği, farklı bir yer. Bu hayal hoşuna gidiyor.
Gerçekleşene kadar ise Aylin beni arka planında bitkilerle dolu, aynalı, renkli bir salonda karşılıyor. Tabii Zoom üzerinden. Kedisi Şeker’in Junorugs tarafından dokunmuş halı versiyonu ise duvarda asılı. Bakışıyoruz.
Aylin Soley İşeri, “30’una bir kalmış” bir 20’lik. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Grafik Tasarım bölümü mezunu. Kocaeli’de büyümüş, üniversiteden sonra İstanbul’a taşınmış. Renkli, iç açıcı, bizi daha çocuksu ve saf bir dünyaya ışınlayan çizimler yapan ve güzel ses tonu olan biri. Ayrıca inanılmaz derecede mütevazı.
Güzel sanatlar lisesini bitirdikten sonra İngilizce öğretmeni olan abisinin de yönlendirmesiyle o dönemler popüler olan grafik tasarıma yönelmeye karar vermiş. Aylin’in ailesi genel olarak onu çok desteklemiş.
“Çizimler yapıyormuşum, öyle diyorlar,” dedi. “ Sağolsun ailem desteklemiş beni. Genelde o zamanlarda işin içinde resim olunca sadece ressam olunabileceği düşünülüyordu ya, o tarz bir yorum yapmadılar. Baktılar herhalde ‘bunun matematiği de yok, Türkçesi de yok, bari sanata yollayalım', dediler herhalde" dedi gülerek.
Bu destek ile atölyeye gidip ve yetenek sınavlarına girmiş. Bu dönemi en güzel zamanları olarak hatırlıyormuş. Bir şeyler yapma arzusunun onu motive ettiğini paylaştı. Şevkli bir dönemmiş onun için. Tabii bu yılları güzel olarak hatırlamasının bir başka nedeni de sanırsam aşk. Aylin, eşi ile 14 yıl önce İzmit’te atölyede tanışmışlar. O ise Marmara Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar okumuş. Böylece İstanbul’a adım atılmış, Aylin de üniversiteden mezun olduğu an taşınmış — "herkes gibi," diye ekliyor gülerek. Sonrasında da evlenerek, bir çatı altında iki yaratıcı birey olarak yaşamaya başlamış, kendi freelance şirketlerini kurmuşlar. Aylin, eşi ile benzer işler ile uğraşmanın besleyici olduğunu söyledi. “Karşındakinin bilen bir göz olduğunu biliyorsun,” dedi.
İstanbul’da bir süre reklam ajanslarında çalıştıktan sonra uzun mesailerden, yaratıcılıktan uzak üretim süreçlerinden zevk almadığına ve bu sektör için yaratılmadığına karar vermiş. Sektörden ayrılmış ve evde pastel boyalar ile resim yapmaya başlamış.
“‘Aa güzel oluyor’ diye başladım. İlerledi, ‘güzel şeyler yapmaya başladım, beni de tatmin ediyor’ kısmına geldi.” dedi. Bu safhaya gelince de sosyal medyada bir sayfa açıp yaptıklarını herkesle paylaşmaya karar vermiş. Tuval, kâğıt, defter ile beraber vazoların üzerine de renkli çizimler yapıyor.
Aylin ile ilgili farkettiğim bir detay, konuşma dili ile çizim dilinin tezatlığı. Çizimleri ne kadar dolu dolu ve renk patlamaları ile doluysa, konuşması bir o kadar sade, az ve öz. İkisinde de kendini farklı şekillerde ifade etti. İlk çizdiği şeyi tam olarak hatırlamasa da kuru boya ile yaptığı karanlık bir çizim olduğunu paylaştı. Şimdi ise renkler ve pastel boya ile çok farklı bir yoldan ilerliyor.
“İnsan arada istediğini bulamaz, zor bulur, bocalar ya da bir ritimden çok sıkılır. Şu an yaptığım şey beni çok tatmin ediyor. O renkli dünya bir anda çocukluğuma da iniyorum,” dedi.
Pastel boya onu çocukken yaptığı resimlere götürüyormuş. Boyanın bu naifliğinden hoşlanıyormuş. Eli kırmızıya gitse de, en çok kullandığı renkleri ona sorduğumda saymaya başlıyor: “ Mavi, yeşil, turuncu...” Tüm renklerin üstünden geçiyoruz.
"Rengi kim sevmez ki? Renk gördüğümde elim ayağım titriyor,” dedi.
Aylin eskiz çizmiyormuş. Ne çıkacağını bilmeden, analog kameranla çektiğin fotoğrafları tab ettirmeye gittiğindeki heyecan gibi: kimi zaman güzel sürprizlerle karşılaşıyor, kimi zaman memnun kalmıyor. Ara renkler de kullanmıyormuş. Çat diye kağıda daldığını söyledi. Onun çizime yaklaşımında çocuk olmanın direktliğini hissediyorum: filtre, sınır, ara renkler, kuşkular yok. Çat diye giriyor. Aylin çocukların büyüdükçe gelen sınırlandırmalardan uzak yaşadığını söylüyor. Hiçbir şey o kadar ciddi değil aslında, çocuk kalabilmek, içindeki o yaratıcı çocuğu canlı tutabilmek önemli. Bu yüzden çocuklar ile çizim workshopları yapmak, ileride de çocuk kitabı illüstrasyonları yapmak istiyormuş.
Bir diğer hayali ise metro çıkışları gibi “insanların mutsuz olduğu yerler,” olarak adlandırdığı yerlerde resim yapmakmış. “ Daha çok insana ulaşmak, rutinlerinden bir an çıkmalarını sağlamak, renkler ile onları mutlu etmek… Bu tarz şeyler yapmak hoşuma gider,” dedi.
Yakın zamanda Can Yayınları’nda Kısa Klasikler serisi için illüstratörlerle çalıştıkları projede yer almış. Nathaniel Hawthorne’nun Rappaccini'nin Kızı için yanında sepeti ile çiçekler içinde oturan bir kız çizmiş.
Şu an aşırı bir geliri olmasa bile, bir şekilde kendini idare etmeye çalıştığını söyledi. Arada hipicon ve shopier üzerinden satışlar yapsa da odağı bu değilmiş. Şu an onun en büyük amacı kendini tatmin etmek, ne istiyorsa ona göre hareket etmek. Özgün işlerin kimi zaman anlaşılmadığını ya da çok çabuk ivme kazanmadığını farkettiğini paylaştı.
"Ben anlayanlarla mutluyum,” dedi.
Sizi anlayanlarla çevrili olmanız ve içinizdeki çocuğu asla bırakmamanız dileğiyle…
Bu yazı 20’liğin 24 Şubat 2022 sayısında yayımlanmıştı.