Ece Ağırtmış’ın dairesine girdiğimde iki görüntü ile karşılaşıyorum: mutfak lavabosunun ucuna tüneyerek beni gözlemleyen kedisi Pire ve bilgisayarında açık olan bir arama sayfası. Benim de çocukluğumda sıkça oynadığım Betty Spaghetty’lerin ekrandan bana bakışları dikkatimi çekiyor ve anlık çocukluğuma dönüyorum. ‘Bende sarışın olanı vardı,’ diyorum. Ece’de ise mor saçlı olanı varmış. Çocukluk oyuncaklarından konuşmaya başlamamız çok da şaşırtıcı gelmiyor tabii, sonuçta Ece, oyun oynayabilmeyi çocukluktan yetişkinliğine taşıyabilmiş biri.
Ece, 1995 İzmir doğumlu bir sanatçı. Pilot Galeri tarafından temsil ediliyor ve geçtiğimiz Ocak ayında ilk solo sergisini gerçekleştirdi. Onunla kendi işlerini sergilediği Contemporary İstanbul sanat fuarının ardından buluşuyoruz. Ahşap, resim ve bolca renk kullandığı tasarımlarında çocukluk, oyun, nostalji gibi temaları ele alıyor. Sanatla ilk tanışması babaannesi sayesinde olmuş — hatta hala onun fırçalarını kullanıyor.
“Babaannem ilk bana boya malzemelerini verdi. Biz onunla bir sürü farklı şeyler üretmiştik. Suluboya, yağlı boya özellikle. Kağıdın bir tarafına sulu boya sürersin, sonra ip koyarsın, katlarsın, ipi çekince soyut şekiller çıkar ya, onları çok yaptığımızı hatırlıyorum küçükken,” diyor.
Sanata olan ilgisini lisede Güzel Sanatlar okuyarak pekiştirmiş. Bu süreçte babaannesinin ona inancı ve desteği, ailesinin geri kalanının bu fikrini desteklemesinde büyük bir rol oynamış. Afiş tasarımı, dikey kartona pastel boya ile tasarımlar yapmak o dönemde ilgisini çektiği için, odaklanacağı noktanın grafik tasarım olabileceğini düşünmüş. Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde de bunu okumuş ve böylece birkaç senesini Eskişehir’de geçirmiş.
Mezun olduktan sonra çoğu genç gibi İstanbul’a taşınmayı düşünmüş. Grafik tasarım okuduğu için reklam ajansında çalışması gerektiği mantığı ile ilerlemiş — ama sonra durmuş. Ailesi ve benzer sektörlerden iki arkadaşı (Sarp Sözdinler ve Emre Karacan), Ece’nin kendi işini başlatmasını desteklemiş. O da, çok daha makul bir kiraya İzmir’e geri taşınmış ve burada mesleğinin tohumlarını atmış. O dönem geniş bir ağı olmadığı için başlarda zorlandığını belirtiyor.
“Bir iş nasıl kurulur, nasıl yürütülür, bilmiyordum. Hafif bir afallama vardı ama ben üretmeye devam ettim. Ne kadar çok üretip göz önünde bulunursam, o kadar fark edilme olasılığım artar diye düşündüm. Öğrendiklerimi hem çalıştığım yerlerde hem de işlerde kullandım,” diyor.
İzmir’de pandemi, korkutucu bir deprem ve sevgili babaannesini kaybettiği üç yılın ardından bir değişikliğe ihtiyacı olduğuna karar verip, 2021’de İstanbul’a taşınmış. Mobil oyun sektöründe iki sene çalıştıktan sonra, işten çıkarılmış ve şimdi kendi yolunda devam ediyor.
Kaos ve Kaçamağın Ortasında: İstanbul
Ece, İstanbul’un kafasını dağıttığını söylüyor. Çevresi genişlemiş, her gün yapabileceği şeyler artmış. Sanatçılar ve galeriler ile iletişimi gelişmiş.
“İstanbul’da kaybolmaktan korktum ama dengeledim. Çok şey var yapılacak, sadece Beyoğlu’nda bile çok şey var. Karşısı var, burası var. Bitmiyor,” diyerek o hareketliliğin ona iyi geldiğini paylaşıyor. “Şu an kaostan besleniyorum,” diyor.
Gündelik hayatında da kafelerden çalışmayı, sergi gezmeyi ve arkadaşlarını görmeyi önceliklendiren Ece, en iyi akşam ürettiğini belirtiyor.
“Ben aşırı politik bir şey yapmıyorum ama günlük hayatta ironik ya da komik gelen şeyleri ele almayı seviyorum. Nereye çekilirse çekilebilir. Ben de her gün bazı şeylerden sıyrılmaya, kendimi mutlu etmeye ve üretimime devam etmeye çalışıyorum. Belki o da benim kaçamağım oluyor,” diyor.
Eserlerinde de bu kaçma ve yüzleşme dinamiğini sıklıkla gözlemliyoruz. Mesela, Contemporary İstanbul için yaptığı “The Sweet Escape” adlı çalışmada Polly Pocket-vari bir oyuncak ev görüyoruz. Bu oyuncak evin arka planında ise Polly Pocket oyuncaklarının üreticisinin merkezi olan El Segundo’dan sokak görüntüleri var. Yani oyuncağın dünyası ile gerçek dünyayı çakıştırıyor, Ece. İşlerinde ise insanları gülümsetmeyi seviyor.
“Birinin üzülmesindense, fikirden etkilenip, ardından gülümsemesi beni mutlu ediyor. En çok onu vermeyi seviyorum işlerimde. Genel olarak pozitifim, negatif olup etrafa da o negatifliği saçmayı sevmiyorum,” diyor.
su, ateş, toprak, AHŞAP
Grafik tasarımın onun tarzı olmadığını üniversiteden sonra fark eden ve başka dallara yönelen Ece animasyon stajı da yapmış, oyuncak tasarımına geçmeyi de düşünmüş ama günün sonunda kendini “eser-oyuncak arası” şeyler üretirken ve “ahşap keserken” bulmuş.
“Sanatsal tarafın daha doğru geldiğini fark edip oraya yöneldim. Doğru yolu buldum gibi hissediyorum, “ diyerek gülüyor.
Ahşap ile tanışmasında, babasının da rolünün olduğunu söyledi.
“Babam hep şöyle cümleler kuruyordu; ‘Ahşap çok güzel bir şeydir. Ahşap mobilyalar harikadır. Ahşap evler çok güzeldir.’ Sırf ağacın içine konup, yaşamak istiyormuş gibi bir hâli vardı. Bilinçaltıma işledi o,” diyor.
Uzak yol kaptanı olan babası da, gemide tebeşirden küçük futbolcu figürleri yapıyormuş — yani yaratıcılık ailede var… Ece, ilk ahşap çalışmasını çöp kenarında bulduğu MDF plakaları keserek ve bir tuval üzerine yerleştirip boyayarak yapmış. Marangozun yanında çıraklık yapmak istiyormuş.
“Şu ana kadar evde ürettim, kendim öğrenmeye çalıştım. Ama öğrenmem gereken o kadar çok teknik var ki. Onları öğrenmek istiyorum,” diyor.
Bir kadın, ve özellikle “minyon” bir kadın, olarak da bu işle ilgilenmenin farklı dinamikleri göz önüne serdiğini belirtiyor.
“Nalbura gittiğimde tek kadın olarak o testerelerin arasında yürümek herkese garip geliyor, hiçbir şey bilmediğimi sanıyorlar. Onlar kadar bilgi sahibi değilim ama çekiç bile tutmadığımı düşünüyorlar muhtemelen,” diyor.
Ece, ahşap ile çalışmayı materyal olarak sevmenin yanısıra, nostaljik bir yönü olduğunu da belirtiyor. Tabii 90’lar çocuğu olarak Ece’nin dünyasında ahşap oyuncaklardan çok plastik varmış; Barbie’ler, Polly Pocket’lar, Bratz’ler, Myscene’ler… Bunların çoğu da komşularının kızında varmış. Onların evine oyun oynamaya gidermiş.
“Oyuncak dükkanı açılabilirdi. Orası beni çok heyecanlandırıyordu,” diyor.
Oyuncaklar ve renklerin en büyük ilham kaynakları olduğunu belirtiyor. Zaten, yaptığı işlerde çoğu zaman plastik oyuncakların estetiğini, ahşaba yansıtmaya çalışıyormuş.
Bu İş ‘Çocuk Oyuncağı’
Bir şeyin kolay ya da önemsiz olduğunu belirtmek için dilimizde “çocuk oyuncağı” diye bir söylem var. Bunun ne kadar yanlış olduğunu Ece ile konuşurken bir kere daha hatırlıyorum. Oyun oynayabilmek, yaratıcılığı bu denli özgür bırakabilmek, kalıplardan çıkabilmek hiç de kolay değil. Yaş aldıkça da zorlaşabiliyor. Ama Ece’nin bakış açısını duyduğumda ve tasarladıklarını gözlemlediğimde şunu anlıyorum: çocuk oyuncağı çünkü içimizdeki oyunculuğu yaşatmak aslında çocuklara geldiği gibi, kolay ve doğal gelmeli. Bunları düşünürken, Ece elime birbirine girebilen plastik boncuklardan tutuşturuyor. Konuşurken kolye yapıyoruz. Ona soruyorum, “oyun oynayabilmek neden önemli?” Tam 20’lik tadında, oturmuş kalıpları kırmanın önemine dair bir cevap veriyor. Büyüdükçe insanların okul-çalışma-para kazanma-aile kurma dörtlüsüne çok katı yaklaştıklarını belirtiyor.
“‘Yetişkinler böyledir. İşe gider. Gömlek giyer. Pantolon giyer ve oyuncaklı şeylere gerek yoktur. O çocukluktadır ve bitmiştir,’ gibi bir mantıkta ilerlendiği için, insanlar oyundan uzak duruyor. Kendilerini bir kalıba oturtuyorlar. ” diyor.
Oyun oynayabilme ile nostaljinin kesişimi üzerine konuşuyoruz. Powerpuff Girls, Looney Tunes, çocukluğumuzda bize eşlik eden her şeyden bahsediyoruz. Bu çizgi filmler ve oyuncakların onda bıraktığı hissi de merak ediyorsanız, hemen paylaşayım:
“Huzur duygusu. Şokellalı ekmek ve çizgi film izlemek. Karanlık ama huzurlu ev hissi,” diye özetliyor.
Ece, özellikle şu son birkaç senede, büyüdüğünü hissediyormuş. 20’lerinde de, büyümeye tekabul eden aksiyonun deneme-yanılma olduğunu belirtiyor.
“20-30 arası çok şey değişiyor. Çocukluktan, yetişkin oluyorsun çok kısa bir süre içerisinde. Yeni mezun oluyorsun, iş hayatına atılıyorsun, belki ilk kez kovuluyorsun, ilk kez iş kuruyorsun, kendini bulmaya çalışıyorsun. Bir anda ergenliğin bitiyor, her şey çok kaotik geçiyor o yaşlarda. Deneyip o deneyimlerden durmadan ders alıyorsun. Belki bu hayat boyu olacak birşey ama sanki 20’lerde daha bir yoğun geçiyor. Bakalım 30-40, ömrümüz yeterse 50-60 nasıl olacak.”
Bakalım… Bakalım nasıl olacak.
Bu yazı 20’liğin 19 Ekim 2023 sayısında yayımlandı.