Selam gençler!
Nabersiniz? 500 günmüş gibi hissettiğimiz Ocak ayı sonunda bitmeye karar verdi, sağolasın. Şimdi sıra Şubat ayında. Kırmızı, pembe, aşk, meşk, fişek Şubatı. Bu kelimeleri hoparlörlerinden “Every Breath You Take” çalan Akmerkez’den yazıyorum. Yanımda Gökçe var. O da kendi bi’şeyler yazıyor. Aylardır görüşmedik, kendisi yurt dışında yaşıyor. Karşılaştığımızda ilk söylediğimiz şey, ‘bak şurada yemek yiyelim,’ oldu. Bizimki böyle bir dostluk. Sanki dün görüşmüşüz gibi davranıyoruz. Çok fazla görüşünce şımarıyoruz. Kafamız karışıyor. Biz hep böyleydik. Kendini bu kadar rahat hissedebildiğin dostluklarının olması çok değerli. Onu hatırlıyorum bu cümleleri yazarken.
Bana göre Şubat ayı sadece sevgilileri hatırlamak ve kutlamak için değil. Aldık elimize gülü, çıktık 14 Şubatta bir yemeğe gibi bir olay değil. Yani bu arada, zaten sevgi, ilişki her gün kutlanmalı. Ama 14 Şubat gibi hatırlatıcıların olması, kutlamak için bahaneler her zaman güzeldir bence. Ama neyse… demeye çalıştığım şudur ki, aşkı ve sevgiyi kutlayacaksak, her halini kutlamamız gerekiyor.
Bu da ne demek oluyor? Ben dostluklarımı da, ailemi de, sokakta bana kendini sevdiren kedi köpekleri de, yapmayı sevdiğim aktiviteleri de, her şeyi kutluyorum. Sevgi duyduğum, bende iyi hisler uyandıran, yükselten, parlatan her şeyi öpüyorum, şap şup. Ha — bu arada en temelinde kendimi kutluyorum. Canım kendimi. Hayatta çoğu şeyin en temelinde kendini sevebilmek ya da en azından sevmeye çalışmak bulunuyor. Çoğu şey gibi, bu da tutarlılık gösteremeyebiliyor.
Bazen bir uyanıyorsun tersin tersi bir yerdesin. Kendini de beğenmiyorsun, yaptıklarını da. Bu hisler, bana bir hafta boyunca her gün ve her öğün sarma yedikten sonra bir süre sarmaya bakamadığım dönemi hatırlatıyor. Hayatta bazen en sevdiğimiz şeylerden bile uzaklaşmamız gerekir. Sarmadan bile… Ama günün sonunda kendinizi sevdiğinizde, bu yolda ilerlediğinizde, kendinize özel ve güzel davranabildiğinizde, diğer her şey de daha kolay ilerliyor. Daha sağlam oluyor. 20’lik yazarlarımızdan
’ın eski yazılarından birinde, arkadaşı Pınar’dan öğrendiği bir konsept olan iki 1’ler üzerine bir yazı yazmıştı. Bu kavrama bayılıyorum. Neydi iki 1’ler? Onun (ve Pınar’ın) kaleminden alalım:“iki-birler kimlerdir? İkiyi oluşturan iki tane bir vardır. Bu birler bireyleri temsil eder. Sonrasında bu birler çeşitli sebeplerden bir ilişki kurmaya karar verirler. İki tane olan bu birler başta iki etmiş gibi gözükseler de daha sonra ‘bir’e dönüşür. Bu dönüşüm esnasında bazıları kendi bir olma hallerini yeni birliğine getiremez. Bu bazılarına iki-birler denir.”
Aslında kendi özümüzü kaybetmeden, kendi ‘bir’ imizi bir başkasının ‘bir’i ile yanyana getirip oluşturduğumuz birliktir asıl güzel olan. Sen sensindir. O, odur. Ama birliktesinizdir, beslenir, gelişir, ortak bir paylaşım alanı oluşturursunuz. O nedenle kendi ‘bir’inizi de iyi tanımanız gerekir.
Neyse öyle işte amaan. Kendinizi sevin, başkalarını sevin. Hayat sevmediklerize yer vermek için çok kısa — derken Türkiye’de yaşadığımı ve sevmediklerimi her gün televizyonda gördüğümü hatırlıyorumdur <3 Neyse. 💅
Paylaştığım çalma listesi beni gaza getiren, sokakta yürürken adımımı hızlandırmama, kendimi 2000’lerden çıkma romantik bir komedideymiş gibi hissettiren şarkılar ile dolu. İyi eğlenceler.
Bu hafta nelerimiz var?
Bu hafta #TBT temasından ilerleyerek arşive dalıyoruz.
💕 Bensu, 90’lı yıllardan günümüze flört kültürü ile yazısı ile bizle. ‘Ah nerede o eski aşklar!’
💍 Yasmin, bu haftayı karmançorman halleri ile açıyor. Aşk, evlilik ve teneffüste koşuşturmalardan bahsediyor.
👻 Ayşe ‘çağımızın vebası’ olarak adlandırdığı Ghosting üzerine düşüncelerini yazdı.
💌 Ceren, güvenli ilişkiler ve onay vermek üzerine bir yazı yazdı. Kısa bir rehber de paylaştı!
O zaman iyi okumalar!
NOT. 20’liğin yeni logosunu gördünüz mü? Görmediyseniz hemen Instagram’a!
NOT 2. Bu arada,
ile Dadanizm’e verdiğimiz röportajı okumayı unutmayın!Nerede o eski aşklar: Geçmişten günümüze flört kültürü
Ah o eski aşklar dediğimiz günler neden geride kaldı?
Yazı:
Romantik komedi film evreninde yaşamadığımızın farkındayım ama şu anki flört kültürüne baktığımda eski günleri özlemiyor değilim. Sadece eski aşk hikayelerini dinlemeyi sevdiğimi sanırdım fakat şimdi eski aşklara özlem duymaya da başladım. İnsanların bir buluşmaya gitmelerinin bile zor olduğu, sevginin kıymetli, ilişkilerin emek gerektirdiği yıllara ışınlanıyorum sık sık. Duygusal aidiyetin kale gibi dimdik durduğu, küçük jestlerin değerli olduğu zamanlar beni heyecanlandırıyor. Her şeyin kolay olmasını seviyoruz. Teknoloji ve geçen yıllar bize hayatın zorluklarını aşmamız için pek çok imkan verdi. Ama peki aşk? Her şey ileri giderken, sevmekte ve güçlü bağları olan ilişkiler kurmakta neden geriye gittik?
Küçük şeylere heyecanlanmanın ne demek olduğunu unutmuş olabilir miyiz? O zaman içimizdeki romantikliği tazelemek ya da o romantik kişiyi uyandırmak için geçmişte bir yolculuk yapmamız gerekiyor.
Geçmişten günümüze flört kültüründe neler değişti?
Çok fazla geriye değil, sadece 90’ların başına gideceğiz. Çıkma teklifinin, çevirmeli ev telefonlarının ve aşk mektuplarının yazıldığı yıllardayız. Anonim olmak daha kolay bu yüzden birbirimiz hakkında bir şeyler öğrenebilmek için daha fazla çabalamaya ihtiyacımız var. Duygular daha yoğun, seven sevdiğine aşkını söylemek için analog yöntemlere başvuruyor. Bir gün radyoyu açtığınızda adınıza şarkı istendiğini duyuyorsunuz. İçiniz kıpır kıpır oluyor. Kelebekler midenizde dans ediyor adeta… 90’lı yıllarda flörtünüzü telefonla aramak bile büyük bir şey. Akıllı telefonların olmadığı yıllarda sadece birkaç alternatife sahipsiniz. Telefonlar var elbet ama yeni çıktığı için herkeste yok. Ya çağrı cihazınız olacak ya da ankesörlü telefonların başında ‘’çaresizce’’ bekleyeceksiniz. Kulağa bir hayli zahmetli geliyor değil mi? Ama şimdiki hızlı iletişim devrini göz önüne aldığımızda da oldukça tatmin edici. Çünkü o zamanın flörtleri geç olgunlaştığı için uzun ömürlü olmaya daha yatkın bir özellik taşıyor.
2000li yılların ilk on yılına kadar geçerliliğini koruyan bir kavram vardı. ‘’Çıkma teklifi’’. Flörtün bile sınırları belliydi çünkü çıkma teklifiyle şekillenen ilişkiler ciddiyet taşıyordu. Eğer biri size çıkma teklifi ettiyse onunla bir ilişkiye ilk adımı attığınızı bilirdiniz. Günümüz çağının ‘’biz şimdi neyiz’’ sancıları 90’larda çok az yaşanırdı. Günümüzde ise artık birileriyle tanışmak için ekranı hafif bir hareketle kaydırıyoruz. İlk buluşmayı bu kadar cazip kılan şeyin birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmemenin garip gerginliği olduğunu düşünürsek, yeni nesil uygulamaların ve sosyal medyanın bunu elimizden aldığını da inkar edemeyiz.
Birbirini yavaşça tanımanın cazibesine geri dönebilir miyiz?
Yavaştan almanın heyecan veren doğası üzerine günlerce konuşabilirim. Birbirini uzaktan tanımanın garip mutluluğunu tanımlamanın en kısa yolu sanırım zaman içinde birbirine aşina olurken aynı derecede utanmaktır. Ergenliğimden genç yetişkinliğime kadar bu duyguları yaşayarak büyüdüm. Ama sonra insanlarla sosyal medyadaki bilgi alışverişimiz engellenemeyecek kadar genişledi ve hepimiz kendimizi telefonlarımızın ekranlarından merak ettiğimiz kişileri stalklarken bulduk. Bir anda tüm merak duygumuz değişti. Yeni tanıştığımız insanlara sorduğumuz o tatlı küçük ‘’amacını aşmayan’’ sorular yok oldu. Çünkü artık hepimiz istediğimiz her şeye izimizi belli etmeden ulaşabiliyorduk.
Ama yine de imkanlar ne kadar genişlerse genişlesin eski tip ‘’yavaş’’ sevgi alışkanlıklarını yaşatan kişiler de hala aramızda. Quora’da bir kullanıcı ‘’ Günümüzde flörtleşmek 10 yıl öncesinden nasıl farklı? sorusuna yazdığı bu cevapla yüzümde küçük bir gülümseme bırakmayı başardı.
‘’ Partnerimle yaptığımız şeyler 10 yaşında veya daha büyük. Gittiğim üniversitede çalışıyor. Ona hoş bir mesaj göndermek yerine kapısına bir kağıt parçası koyuyorum ya da o gittikten sonra ofisindeysem masasının üzerine bırakıyorum.’’
90’lı yıllardan kalmış ve 2000’li yılların bir bölümüne taşınmayı başarmış tatlı romantik trendlerden bazılarını hayal meyal hatırlıyorum. Mesela derslerde birbirimize notlar yazıp gizlice arkadaşlarımıza atardık. Birbirimizin masasına küçük mektuplar ve şekerlemeler bırakırdık. Tüm bu jestler meşhur messenger’ın çıkmasıyla yavaşlayarak, Whatsapp’ın hayatımızdaki küçük retro iletişimleri ultra hızlandırmasıyla son buldu. Bustle 90’ların acilen geri getirmemiz gereken flört trendleri adlı makalesinde duygularımıza tercüman olacak argümanlarla geliyor ve eski tip flört şekillerini neden günümüzün hızlı dünyasına getirmemiz gerektiğini samimi bir şekilde paylaşıyor:
Karışık kasetler, heyecanlı bir buluşma öncesi kız arkadaş evine gitmek, radyodan şarkı göndermek, aşk mektupları ve fazlası… Ben hala sevdiğim şarkıları internette toplamaktansa bir cd’ye kaydeden ya da usb’de biriktirip sevdiğim kişilere vermenin heyecanını yaşayan biriyim. Makaleye göre flört kültürümüzün heyecanını kemiren en büyük nedenlerden biri de, birbirimize soru sormayı unutmamızmış. Neden soralım ki? Küçük bir araştırmayla buluşacağımız kişi hakkında her şeye sahibiz. Ama yeterli bilgiye sahip olsak bile birini yüzyüze tanımanın getirdiği o tatlı merakı ne zaman kaybettik?
Şimdi romantik düşüncelerimizden çıkarak biraz da gerçeklere gelelim. 90’ların saf heyecanını ve sevginin getirdiği sorumlulukları günümüze nasıl uyarlayacağız? Sanırım bunun için sevginin bize ne ifade ettiğini yeniden düşünmemiz gerekecek. İdeal ilişki anlayışımızı belirleyen şartlar nelerdir? Y kuşağı olarak gerçek sevginin nasıl hissettirdiğini, flört kültürümüzün temeli uygulamalarla delinmeden önce biraz deneyimleme şansı bulsak da Z kuşağı, ah o eski aşklar dönemini hiç göremedi. O zaman şöyle diyebilir miyiz? Sevgi neydi? Sevgi emekti. Öyleyse yeniden daha derinden sevmek ve sevilmek neyi geri getirmeye ihtiyacımız var? Sanırım bunu yine teknolojiyle olan mekanik ilişkimizin sınırları belirleyecek.
Bu yazı 20’liğin 29 Eylül 2022 sayısında çıkmıştı.
Aşklandık Meşklendik Fişeklendik
Bu haftaya, hallerimle karman çorman bir giriş yapıyorum.
Yazı:
Çocukluğumdan çok net hatırladığım bir sahne var. Anneannemlerle yemekteyiz, bizim ev ya da Bodrum’dayız ( evet çok net hatırlıyorum belli). Ben ilkokuldayım. Sofrada sanırım karnıyarık var. Olmayadabilir. Konuşma evlilik üzerine. Anneannem ‘sen evlenince…’ diye bir cümle kuruyor. Benim cevabım ‘ay evlen evlen diyorsunuz, evlenmicem, bodrum katınızda kalıcam’ gibi bir şey. Herkes gülüyor.
***
Bu ‘evlilik şakası’ yıllar boyunca devam etti: anneannemin sorusu ve benim evliliğe karşı aşırı agresif ‘HAYIR’ cevabım. Hala konusu açılır, gülünür. İki insanın sadece aşkını değil, hayat arkadaşlığını deneyimleyebildiğim, sevgi meselelerini konuşan, rahat bir ailede büyüyen ben, neden evliliğe karşı böyle tepkiliydim?
Utançtı belki. Sonuçta küçükken bu konular hepimizi pespembe yapar. Belki biraz da genellikle kadınlara atfedilen ‘çocukluğundan beri düğününü planlıyor’ rolünden arınma isteğimdi. Kendimce ‘böyle şeyler erkeklere söylenmiyor’ diyordum belki de. Ama bunu derken küçük yaşımda “evlilik planlamayı” ezik bellemiştim. Sanki bağımsız ve ‘modern’ olmak için evlilik ve aşk beklentilerimin olmaması gerekiyormuş düşüncesine girmiştim. ‘Kadınlar erkeksiz var olamaz’ düşüncesinin tamamen zıttına gidip bireyselliği içselleştirmiştim. Kısaca ‘bekarlık sultanlıktır’ demiştim. Belli ki o yaşımda, illa ki uçlarda yaşamam gerekmediğini ve sevgi ile verilen kararların, cinsiyet ne olursa olsun, ‘havalı’ olduğunu anlayamamıştım.
Hayatı paylaşmak çok çılgın bir şey. Aklıma ilk gelen kelime bu. Evlilik olsun, olmasın, hayatınıza bir insan katma kararı, onlara ‘ben senin içini bilirim’ dedirtecek kadar yakınlaşma hakkını tanımak, güvenmek… Bunlar kolay şeyler değil. Değeri ve anlamının unutulmaması lazım. Aşk meşk işleri çok özel. Tabii özel olması da, bitişler karşısında sizi savunmasız bırakıyor. Ama ölen arkadaşı için yazdığı 133 kantondan oluşan In Memoriam adlı şiirinde ne demiş Lord Tennyson?
’Tis better to have loved and lost
Than never to have loved at all.
Yani sevip kaybetmek, asla sevmemekten daha iyidir. Tabii kendine bu sevebilme iznini verebilmen gerekiyor.
Küçüklüğümden beri romantizme bayılırım. Kitaplar, filmler, hayal kurmalar, çiçekler… İçinde romantik bir sahne yoksa, birçok filmi izlemem. 2000’lerin Romcom’ları en sevdiğim film türüdür. Falan, filan. Çok severim ama sevdiğimi çaktırmam.
Çaktırmamak.
Benim deneyimimde bu aşk meşk işlerinde karmaşanın, istediğimiz sonucu alamamanın nedenlerinden biri bu; çaktırmamak.
Hoşlandığını, o söyledikleri şeyin seni rahatsız ettiğini, sevgililer gününü aslında önemsediğini, vs. çaktırmamak. Hislerimizi, düşüncelerimizi paylaşmaktan utanıyoruz, hassaslık ve savunmasızlık kelimelerini bir kutuya atıp yatağımızın en uç köşesinde tozlanmaya bırakıyoruz. Belki arada açıyoruz, bir bakıyoruz içinde neler var; söylenmemiş sözler, yazılmamış mesajlar, verilmemiş çiçekler.
İlk okulda, sınıfımda çok hoşlandığım bir çocuk vardı. Tenefüslerde bahçede onunla yakalamaca oynardık. Tüm teneffüs çocuğu kovalar, ter içinde kalırdım. Bu arada çocuk incecik ve çok hızlıydı. Ben ise anneanne ve babaannemin beslemesine maruz kalmış daha topluca (!) biriydim. Ağzımı açıp iki laf etsem, ‘sen hoşsun, gel salıncakların orada konuşalım’ desem teneffüs sonrası sınıfa soluk soluğa girmeyecektim. Kovaladık da n’oldu? Konuşamadık. Eee o zaman da yakalayamadık.
Sanırım tüm bu yazdıklarımla söylemeye çalıştıklarım:
Eğer partnerinizi gerçekten seviyor ve hayatın sevinçleri ile beraber yüklerini paylaşabildiğinizi biliyorsanız, evlenmek çok havalı bir karar . Düşünsenize resmen şey diyorsunuz: ‘ ben bu insanı o kadar seviyorum ki, hukuk karşısında resmi kılıcam.’ Inanılmaz. Tabii bunlardan çok daha önce kendinizi sevmek geliyor. Bu olmazsa olmaz.
Sevginizi de, üzüntünüzü de, sevincinizi de paylaşın. Çaktırmamazlık etmeyin.
Aşk-meşk (fişek?) konuları üzerine sayfalar yazabilirim. Bunu bugün burada yapmıyoruz amaaa bilin ki devamı gelecek. Bu sayı için 20’lik yazarları ile toplantımızda konuların hiçbiri genellikle bu yıllarda bizim yaşlarımıza atfedilen hızlı ve bol keseden dating kültürü ile ilgili değildi. Konuştuklarımız hep daha derin, daha kalıcı bir sevgi ile ilgiliydi. O yüzden bu hafta evlilik ve eski aşklara duyulan özlemlerden bahsediyoruz. İnanın ben de nasıl konu buraya evrildi bilmiyorum.
Aaaa evlen evlen diyorsunuz!
Diyorsunuz, belki bir gün, belki biriyle, kim bilir.
Bu yazı 20’liğin 29 Eylül 2022 sayısında çıkmıştı.
Çağımızın Vebası Ghosting: Gerçekten Veba mı? Yoksa Çaresi Var mı?
Okundu gözüküyor… Orada mısın?
Yazı:
Bir süredir ne zaman kalabalık bir arkadaş grubuyla otursak, masaya yeni bir gönül ilişkisi ihtimalini yatırdığımız arkadaşımızın ağzından şu sözlerden biri çıkıyor: “şerefsiz, ghostladı beni” veya “ay, ben o çocuğu ghostlayacağım galiba kızlar.”
Birkaç yıl öncesine kadar hayatımızda olmayan ghosting kavramı, bir türlü Türkçeleştirilemese de varlığıyla hayatlarımızda büyük bir boşluğu doldurdu. “Aramıyor, mesaj atmıyor” ifadelerinden daha derin bir anlamı var ghosting’in. Çevrimiçi kanallardan güzel güzel iletişim kurarken bir tarafın iletişimi bir anda bıçak gibi kesmesi demek. Tam olarak çevirecek olursak: Hayaletleme. Yani, bence ne güzel sohbet ediyorduk, hayal oldun, gidiyorsun.
Bunları söylemem bile gereksiz çünkü bu yazıyı okuyan herkes ghosting’in ne olduğunu gayet iyi biliyor. Hepimiz hayatımızın bir döneminde kâh ghost’layan kâh ghost’lanan tarafta olduk. Bu yazıyı yazma sebebim ise sanırım biraz şeytanın avukatlığını yapmak. Bahsi geçtiğinde arkadaşlarıma sorduğum ve grubu her zaman ikiye bölen bir soruyu size de sormak istiyorum: Ghosting her zaman gerçekten bahsedildiği kadar kötü mü?
“Ne Yaptım da Bu Sessizliği Hak Ettim?”
Okuduğum bir araştırmaya göre, günümüzde flörtlerin yarısı bir tarafın ghosting’e uğramasıyla sonlanıyormuş. Psikolog Dr. Jennice Vilhauer, “Why Ghosting Hurts So Much” isimli makalesinde yaşadığımız duygusal bir acı ile fiziksel acının aynı nöral yol üzerinde olduğuna, yani ghosting sebebi ile uğrayacağımız acının tıpkı bir diş ağrısı gibi son derece gerçek olduğuna dikkat çekiyor. Ghosting’e uğrayan kişi karşı tarafın sessizliğini hak edecek bir şey yaptığını düşünmeye başlıyor ve kendi değerini sorguluyor. Sonrasında da suçu kendinde arıyor: “Yeterince güzel değil miyim?” “Yeterince esprili değil miyim?” “Muhabbetim mi baydı?” “Onu ilgimle çok mu boğdum?” “Çok mu ilgisiz durdum?”
Bu noktada yıllar önce yaşadığım en yakıcı ghost’lanma deneyimim aklıma geliyor. Klasik hikâye: Çevrimiçi bir mecrada tanıştığım bir adamla her şey çok yolunda gidiyordu. Bana olan ilgisinden emindim! Ama bir anda mesajlarıma geç cevap vermeye, sonra hiç cevap vermemeye, sonra da telefonlarıma çıkmamaya başladı. Günlerce ondan bir mesaj gelmesini sabırsızlıkla bekledim. Gelmedi. Ama benim bir cevaba, mümkünse bir kapanışa ihtiyacım vardı ve dayanamayıp hesap sormak için telefona sarıldım. Açmadı. Sonra bir kez daha. Yine açmadı! Bir kez daha. En sonunda telefonu açtı ve gülerek şöyle dedi: “Sen beni arayıp duracak mısın böyle?”
O an nasıl da karnıma yumruk yemiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Yaşadığım gerçekten de fiziksel olanlar kadar yoğun bir acıydı. Hüngür hüngür ağlayarak en yakın arkadaşımı arayıp flört ettiğim kişinin ne kadar rezil, ne kadar iğrenç bir adam olduğunu, beni nasıl kandırdığını anlatmıştım.
Bu bahsettiğim olayın üzerinden sanırım yedi yıl geçti. Geriye dönüp baktığımda bu olayla ilgili kendime ilk sorduğum soru şu: “Ayşe, gerçekten o adamdan o cevabı duymaya ihtiyacın var mıydı? Yoksa adamın seninle iletişim kurmamayı tercih etmesi de aslında bir cevap mıydı?”
Karşımızdaki kişi bize cevap vermiyorsa neden illa sözlü veya yazılı bir yanıt duymak istiyoruz? Yanıtsız bırakmak da bir cevap değil mi? Bu davranış, seninle ilgilenmiyorum, seninle konuşmak istemiyorum anlamına gelmiyor mu? Geçen hafta, ghost’landığı için çok üzülen ve mutlaka flörtünden bir açıklama bekleyen arkadaşıma bunları söylediğimde, “Artık benimle ilgilenmiyorsa bile bunu yüzüme söylesin istiyorum” diye cevap vermişti. Peki, hoşlandığımız birinin yüzümüze karşı artık seninle ilgilenmiyorum demesini hazmetmek bize cevap vermemesini hazmetmekten daha mı kolay?
Böyle akıl verir gibi konuştuğuma bakmayın. Yukarda bahsettiğim olayda ben de çok üzülmüş, kendimi feci yetersiz hissetmiştim. Mutlaka yanlış bir şey yapmış olmalıydım, belki de yeterince güzel değildim. Özgüvenim paramparça olmuş gibiydi. Ama yıllar sonra bugün kendime ikinci bir soruyu sorabiliyorum: “Özgüvenim alt tarafı birkaç haftadır tanıdığım bir adamın bir eylemiyle dağılacak kadar kırılgansa, burada asıl mesele benimle mi ilgili yoksa beni cevapsız bırakan o adamla mı?”
Söylemek istediğim şu; evet, hoşlandığımız ve bizden hoşlandığını sandığımız birinin ortada hiçbir şey yokken mesajlarımıza dönmemesi korkunç. Bazen gerçekten canımızı çok fena yakıyor. Ama biri artık bizimle konuşmamayı seçti diye canımızın bu kadar yanması normal mi? Acaba tüm öfkemizi bizi ghost’layan tarafa kanalize etmek yerine bu enerjimizi kendimize yöneltmemiz mümkün mü? Yaralı yerlerimizi sarsak, kırıklarımızı aldırsak, kendimizi iyileştirsek ve bir başkasının ilgisine, sevgisine bu kadar muhtaç olmayacak hale gelsek? Alt tarafı birkaç haftadır tanıdığımız bir adam mesajımıza cevap vermediğinde karaları bağlamak, suçu kendimizde aramak yerine aynanın karşısına geçip “Amaaaaaan, elimi sallasam ellisi” diyip kendimize öpücük atabilecek seviyeye gelsek, kendimizi O KADAR SEVEBİLSEK? Nasıl olurdu?
Dijital flört şiddeti diye bir şey var ve gerçek. Lovebombing, ghosting, gaslighting… Bunları küçümsediğim sanılmasın. Sadece, ilişkilerin iki taraflı olduğunun altını çizmek istiyorum. Günümüzün dijital flört ve ifşa kültürünün bir tarafı saf mağdur, bir tarafı ise katıksız suçlu göstermesi tüm taraflar için yorucu. Benim gözlemime göre, flört aşamasında gerçekleşen ghosting hikayelerinde çoğunlukla gerçek bir kötü niyet yok. Senaryoların çoğunda, karşısındaki kişiyle pek de bir geleceği olmadığını anlayan ve daha fazla vakit kaybetmemek için kendini geriye çeken biri var. Elbette bu kişinin bize niyetine dair bir açıklama yapması daha şık olurdu ancak ışık hızıyla akan günümüz dünyasında seri olarak yazıştığımız, yüzünü bile belki 1-2 kere gördüğümüz, gerçek bir ilişki içinde olmadığımız birine duygu ve düşüncelerimize dair uzun uzun açıklamalar yapmak istenmemesini de rahatlıkla anlayabiliyor ve empati kurabiliyorum. Biri bizimle artık konuşmamayı seçtiğinde bu kararı çoğunlukla bizimle ilgili DEĞİL, kendi hayatı ve kendi beklentileriyle ilgili oluyor. Birinin bizimle konuşmamayı seçmesi bizi daha az akıllı, daha az enteresan, daha az yeterli yapmıyor. O kişinin tercihleri bizim değerimizi belirlemiyor. Belirlemesine izin vermemeliyiz.
Yavaş yavaş 20’lerinin sonuna yaklaşan bir 20’lik olarak altını çizmek istediğim şey bu. Karşımızdakinin davranışlarını kontrol edemeyiz ama bu davranışlardan nasıl etkileneceğimizi kontrol edebilir; bu davranışlara maruz kalmaya devam edip etmeyeceğimizi seçebiliriz. Kararlarımızın sorumluluğunu alabiliriz. Anahtar sözcükler: öz sevgi ve öz saygı. Hiç kimseye ihtiyacımız yok ama bunlara çok ihtiyacımız var. Hayallerimizi süsleyen o harika, rüya gibi insan, her şey on numara giderken mesajlarımıza dönmemeye başladı diye üzülmek kolay. Gelin artık zor olanı yapalım. Bundan çok da etkilenmeyecek kadar güçlü birer birey olmanın yollarını arayalım. Bizi ghost’layan kişi için “adam pisliğin teki çıktı Rıza Baba,” diyip saçımızı savuralım ve önümüzdeki maçlara bakalım.
Bu yazı 20’liğin 22 Aralık 2022 sayısında çıkmıştı.
Onay, Güven, İlişkiler ve Sinsi Kavramlar
Onay vermek yada vermemek, güvenli hissetmek ya da hissetmemek, işte bütün mesele bu.
Yazı:
İstediğin her şeyi karşındakinle konuşabileceğini ve uzlaşamasan bile anlaşılabileceğini bilmek nasıl bir duygu?
Tanıdık bir his mi?
Yoksa hayalini kurduğun ama henüz tatmadığın bir şey mi?
Peki bu duyguyu partnerin için de hissediyor musun? Kafanda ufacık bir soru işareti bile oluştuysa seni şöyle alayım..
Çevremdekilerle ilişkiler üzerine konuşurken ortada bir sorun varsa hep “Peki bunu onunla konuşmayı denedin mi?” sorusunu sorarım. Genelde aldığım cevaplar ise şöyle: Konuşmadım, konuşamam, konuşursam ilişkimiz biter, konuşsam da anlamaz, konuştum ama hiçbir şey değişmedi vs… Yaşanılan olaylar her ne kadar farklı olsa da cevapların bu denli ortaklaşıyor olmasının altında ise önemli sebepler yatıyor.
Halen birçok insan şiddetin sadece fiziksel olabileceğini düşünüyor. Bu yüzden “Şiddetsiz bir ilişkide misin” sorusuna evet cevabını veriyor. Ancak şiddetin onlarca çeşidi var ve büyük bir çoğunluğu fiziksel değil. Daha da önemlisi, şiddet çok sinsi bir olgu. Çok basit hamlelerle, sözlerle başlıyor ve katlanarak büyüyor. Eğer ki fark edilmez ve şiddet döngüsünden çıkılmazsa güvenli olmayan ilişkiler sürmeye devam ediyor. Bu o kadar sinsi bir durum ki, güvenli olmayan ilişkiler devam ettiği gibi, kişiler de bu sorunlara çeşitli kılıflar uyduruyor: Seviyor ki kıskanıyor, aslında pamuk gibidir ama damarına basmayacaksın, beni üzmemek için yalan söyledi..
Yaşadığınız ilişkinin güvenli olup olmadığını anlamak aslında kolay. Birlikte karar verilebilen, eşit konumda duran, birbirine saygı duyan, sınırları olan ve bu sınırlara saygı duyulan, istenildiği zaman ilişkiyi sonlandırabilme özgürlüğünü hisseden ilişkiler güvenli ilişkiler olarak tanımlanabilir. Siz de bu tanıma bakarak ilişkinizin güvenli olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Ama bu noktada da yine sinsi bir kavramla daha karşılaşıyoruz: Rıza inşası ve manipülasyonlar.
Rıza, özgür iradeyle kişinin herhangi bir söz, eylem ya da davranışı onaylaması olarak tanımlanabilir. Rızanın en önemli özellikleri ise “tek sefere mahsus” olması ve “açık/net” olmasıdır. Bu yüzden sizin daha önce bir şeye onay vermeniz bunu sürekli kabul ettiğiniz anlamına gelmez ve söyledikleriniz/davranışlarınız açık ve net bir şekilde onay değilse bu da rıza gösterdiğiniz anlamına gelmez. Rıza inşası ise aslında kişinin rızası olmayan cinsel eylemlerde; manipülasyon, ısrar, yalan söyleme gibi yöntemlerle “hayır”ın “evet”e çevrilmesi. Bu eylemler fiziksel zorlama içermediği takdirde rıza inşası içerisinde tanımlanıyor. Rızanın tek seferlik, açık, net bir onay olması gerekirken, “hayır”ın “evet”e zorla çevrilmesi rızanın yokluğuna en büyük işaret.
Aslında konu bu kadar basitken neden dallanıp budaklanıyor diye sorabilirsiniz. Sebepleri çok fazla ama bu sebeplerden önemli bir tanesi: Mağdur suçlayıcılık. Sürekli olarak gündelik yaşama dair duyumlar hatta ön yargılar ediniyoruz. Bu durum da gösteriyor ki şiddeti uygulayanın yaptığından ziyade şiddete maruz kalanın “sözde rızası” sebebiyle yaşadıklarını hak etmiş olduğuna dair bir bakış açısı hakim. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kalıpyargıları sebebiyle bu o kadar içimize işlemiş bir durum ki, sorunu hep kendimizde arıyoruz. “Bana istemediğim cinsel içerikli mesajları gönderdi ama neticede ben de 2 haftadır sürekli mesajlaşıyorum, bu cesareti ben vermiş olabilirim.”, “Şimdi sevişmek istemiyorum ama ilk başta onu ben öpmüştüm şimdi nasıl istemediğimi söyleyebilirim ki?”, “Beni çok seviyor ve kıskanıyor, anlatsam da anlamayacak çünkü aşktan gözü kör olmuş, bu yüzden kendimi anlatmaya çalışmaktansa dediklerine riayet edeyim” gibi cümlelerin kaynağı aslında hep aynı.
Tüm bu kavramlardan söz ettikten sonra kendinizi “İlişkim güvenli mi?” diye sorgulamış olabilirsiniz. Amasız bir şekilde “EVET!” cevabını verebiliyorsanız, harika. Ama ufacık bir soru işaretiniz bile varsa, şüphe duyduğunuz, rahatsız olduğunuz, iyi hissetmediğiniz konularda partnerinizle konuşmak çok iyi bir başlangıç. Konuşamamayı düşünüyorsanız, ilişkiniz hakkında düşünmek de iyi bir başlangıç. Şöyle bir düşündünüz ve kararsız kaldıysanız, dönüp dönüp bakmanız için bir kısa rehberle bitirelim:
Partnerinizle ilişkiniz içerisinde eşit haklara ve konuma sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?
İyi hissetmediğiniz ya da partnerinizin iyi hissetmeyebileceği konularda iletişim kurmak sizin için ne kadar kolay?
İlişkinizde aslında istemediğiniz, hoşlanmadığınız, zarar gördüğünüz vb. herhangi bir işi, eylemi, durumu sürdürüyor musunuz?
Cinselliğe dair kararlarınızı açıkça söylesiniz bile partneriniz tarafından çeşitli söz ve eylemlerle kararınız değişiyor mu?
İlişkinizi istediğiniz zaman sonlandırabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Cevaplarınız hayırsa, güvenli bir ilişkiye sahip değilsiniz.
Rızanızın her zaman tek seferlik olduğunu, inşa edilmiş rızanın rıza olmadığını, şiddetin ve toplumsal cinsiyet kalıp argılarının çok sinsi bir şekilde hayatımıza girebildiğini ve en önemlisi ilişkiniz güvenli değilse ilişkinizi gözden geçirme vaktinin geldiğini hatırlamak gerek.
Alkolün, giyimin, daha önceden verilmiş ama şimdi verilmemiş bir onayın, onay verilse de sonradan onayın var olmamasını hala netleştiremediyseniz sizi tüm soru işaretlerinden kurtaracak videoyu da aşağıya bırakıyorum:
Bu yazı 20’liğin 22 Aralık 2022 sayısında çıkmıştı.
💋Bu hafta Şubat ayını selamladık. Romantik bir ay olacak mı? Hep birlikte göreceğiz.
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya aynı saatte diyelim mi? ✨