Biz de çocuktuk... Hem de bi'kaç sene önce.
Fotoğraflar, mahalle kültürü ve kendi verdiğin kararlar üzerine
20’liğin bu bölümünü dinlemek için başlat tuşuna basabilirsiniz.
Selam 20’likler ve 20’lik kalanlar,
Nabersiniz? Umarım haftanız güzel geçmiştir. Ben geçtiğimiz pazar günü Contemporary İstanbul’u son gününde yakaladım. Anne-kız etkinliğimiz bol yağmurdan kaçmalı ama keyifli geçti. Sergi çıkışı güzel bir sosisli paylaşarak da bu macerayı bitirdik. Her sene bu fuara gidip-gitmeme kararını vermek benim için bir süreçtir. Sergilenen eserlere bayılacağımı bilsem de, kalabalık yüzünden fiziksel bir baygınlık geçirme riskini düşünmeden edemem… Eserler ve gelen sanatçı seçkisi bence çok iyiydi. Alıp Başını Gidenlerimizden Eymen Aktel’in yaptıklarını görme şansım oldu. Aynı zamanda bu ay yayımlanacak Alıp Başını Gidenimizin de ürettiklerini gördüm (sürprizli). Populist, Marcus, Petra gibi güzel yemek noktaları vardı. Ama yağmurun da işleri kızıştırması ile organizasyon konusunda gözlemlerim o kadar parlak değil. Tabii ben fuar eleştirmeni değilim. Bu nedenle sanattan profesyonel bir düzeyde anlamayan biri olarak Contemporary İstanbul’da sevdiğim bazı eserleri sizinle paylaşmak istedim.
Sanat ve yaratıcılıkla dolu günlere, haftalara, yıllara,
Sevgiler,
Yasmin
Bu Hafta Nelerimiz Var?
Bu ay konumuz çocukluk ve bununla beraber gelen nostalji hissi üzerine. Şu ana kadar 20’likte iki ayrı nostalji serisi çıktık. Hızımızı alamıyoruz… 20’lerimiz çocukluğa, yağmur yağarken camdan dışarıya anlamlı anlamlı bakarcasına duygulu bakmak için erken belki de… Ama bizde işler böyle işliyor. Ben ilkokul günlerimi, mesela, büyük bir sevgi ve kimi zaman özlem ile anıyorum. Saat 15:00 suları o nedenle hep benim için anlamlı olmuştur — okul çıkış saati. Hava daha kararmamış, mesai daha bitmemiş, şehir bir tık sakin ve sekiz uzun saatin ardından okul bitmiş. Eve gelip çizgi film ve sucuklu tost yeme vakti. Sonra ödev, ardından ailecek akşam yemeği ve son olarak televizyondaki ‘haydi çocuklar uykuya’ reklamı ile direne direne yatma vakti. Güzeldi, ciddi güzeldi. RTÜK’ün o tek gözlü televizyon karakterini hatırlıyor musunuz? Bir dakika bulayım..
Şimdi bir düşündüm de… RTÜK tarafından uygun görülen uyku saati de 21:30 sularıydı sanırım. O zaman yatmadan ne yapıyoruz ey çocuk kalanlar? 20’lik okuyoruz. Evet bu hafta çocuk olmak üzerine odaklanıyoruz ve çok sevdiğim insanların yaptığı bir uygulama da sponsorumuz. Funble! Tanıtımları aşağıda, 20’lik için özel bir indirim kodumuz da mevcut! 🎈Tamam o zaman bu hafta nelerimiz var?
🍼 Irmak soruyor: Büyüyünce her şeyin cevabı olmuyor muydu? Olmuyormuş.
📷 Zeynep: Çocukluk ve mekansal farkındalık üzerine yazıyor. Bunların hepsini de çocukluk fotoğrafına bağlıyor.
⚽ Gözde: Zaman ve nesil ile değişen çocukluk dünyasına ışık tutuyor.
İyi okumalar!
⚠️ Not: Bu hafta dolu dolu bir bültenimiz var. Bu cümleleri e-posta üzerinden okuyorsanız, sağ üst köşede tarayıcıdan oku (ya da ‘view in browser’) linkine tıklamanızı şiddetle öneriyorum. 20’liği sevdiklerinizle paylaşmayı unutmayın!
Patron sensin kolay gelsin: Büyümek
Bazen sadece sorular vardır.
Yazı: Irmak Hacımusaoğlu
Merhaba sevgili 20likler, bayadır görüşemedik, nasılsınız? Ben büyük ve yer yer acıtan değişiklikler peşindeyim. Şems-i Tebrizi’ye buradan selam olsun, hayatımın altını üstüne getirdim ve hangisi daha güzel diye bakıyorum. O kadar zor ki bu, içimden yazmak bile gelmiyor desem yeridir. Bu haftanın konusu büyümek olunca dayanamadım ama... Sonuçta her şey değişse de kelimelerim benimle.
Evet, büyümek üzerine konuşacağız ama önce, her zaman olduğu gibi, sizi zamanda bir yolculuğa çıkarayım. Ben küçükken hayatı biraz daha siyah-beyaz sanardım. Belli bir yol vardır ve onu izlersin. Cevaplar bellidir. Hatta daha dört yaşında her şeyi bildiğimi iddia ediyordum (hayır gıcık bir çocuk değildim!) — tabii, “iki kere iki kaç” dediklerinde, bilmiyorum cevabı, çaresiz “yaşıma göre her şeyi biliyorum” diye eklemek zorunda kalıyordum. Biraz daha büyüdüğümde ise her şeyi bilmediğimin artık farkındaydım ama bildiğim kadarından hala çok emindim. “Seven insan XX yapar abi” demek gibi. Doğru veya yanlış bellidir. Değilmiş.
Sonraları dünyada binbir çeşit insan ve dolayısıyla binbir çeşit gerçeklik olduğunu fark ettim. Bu farkındalık beni bir yerde özgürleştirdi. Bir hikayede tek bir suçlu olmadığını anladım, dışarıdan insanları yargılamanın çok kolay olduğunu ama aslında yaşama meselesinin öyle çok da basit olmadığını. Kendim gibi olmanın kötü bir şey olmadığını gördüm en önemlisi. İnsanım sonuçta. Benim de kendimce yapabildiklerim ve yapamadıklarım var. Yapmak istemediklerim ya da. Hala otomatize olmuş (ilk aklıma gelen) davranışım benden bekleneni yapmak olsa da durup -ben ne istiyorum-u düşünme fırsatı vermeye başladım kendime çünkü bu seçeneğim var, özgürüm. Her şey gibi bunun da bir bedeli var tabii. Özgürlüğün bedeli sorumluluk almaktır. Özgürsen yani kendi kararınla aksiyon alıyorsan, o hareketlerin sorumluluğu da sana aittir. ‘E ben sizin dediğinizi yaptım, bana öğretileni yaptım, benden beklendiğini düşündüğümü yaptım,’ diyemezsiniz. Derseniz de yapmasaydın diyebilirler size. Yapmayabilirdiniz çünkü. Acı ama öyle.
Yani büyümek sandığım gibi cevapların bana bahşedilmesi değilmiş çünkü hayatta izlenecek belli bir doğru yokmuş meğer. Formüle dökülemezmiş. İnsan da, hayat da, değişir ve dönüşürmüş. Sevgi de her şeyi çözmezmiş bu yüzden çünkü sevmenin de binbir çeşit hâli varmış ve o hâller de dönüşürmüş. Dün sevdiğin iş, yarın hoşuna gitmeyebilirmiş. Dün giydiğin, yarın sana hitap etmeyebilirmiş. İnsan sürekli olma ve sonra o olduğu şeyi artık olmama döngüsündeymiş. Büyümek bunların hepsiymiş.
Son olarak her şeyi bilmemek de pekala kabul edilebilirmiş çünkü her şeyin cevabı zaten yokmuş. Bazen sadece sorular varmış.
Not: Bugün kendi içimi akıttım. Başka konularda umarım daha çok sesli oluruz ki binbir realitede bize de yer olduğunu görelim (çünkü büyüme devam ediyor ve benim hala yer edinmeye ihtiyacım var).
Bu haftanın sponsorundan:
Siz hiç kitap izlediniz mi? Funble, çocuklar için "izlenebilir" ve "dinlenebilir" kitaplar yapıyor. Bu kitapları da Türkçe ve İngilizce dillerinde mobil uygulamasında yayınlıyor. Şimdilik sadece App Store'dan indirilebilen uygulamada camdan ayakkabı masalları değil, yeni nesil orijinal hikayeler bulunuyor. Minikler için bu harika uygulamayı ücretsiz indirebilir, "ben tüm hikayelere erişmek istiyorum" derseniz de 20LIK koduyla %50 indirimle premium üye olabilirsiniz. Funble'da yazmak çizmek isterseniz veya başka bir iş birliği fikriniz olursa hello@funble.app'den ekibe ulaşabilirsiniz.
Çocukluk, Ev ve Taşınan Fotoğraflar
Çocukluk ve mekansal farkındalık üzerine
Yazı: Ülker Zeynep Çolak
Carpe diem tarzı sloganlar ve anda kalma meditasyonları benim çocukluğumdan bu yana ivmelenerek popüler olsa da, ben geçmişle olan bağını kolay koparamayanlardanım. Geçmişle yaşıyorum diyemem çünkü aslında günümün çoğunda da gelecek odaklı düşünüyorum. Hatta küçükken rehber hocalarının ve youtube’u erken yaşta keşfeden kimselerin favorisi, geleceğine mektup bırakma konsepti vardır. Kısaca, ‘’minimum 5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun’’ sorusu ve türevlerinden bahsediyorum. O kadar da düşünmeme rağmen kendimle ilgili çoğu tahminim tutmadı. Okuduğum bölüm, 20’li yaşlarımda yaşadığım şehir, hobilerim ve edinebileceğim alışkanlıklara dair tahminlerimin neredeyse hepsi bir bir uçtu. O yüzden beni en yoran şeylerden biri bu sorulara cevap vermek. Bana her sorulduğunda hevesle oturduğum sandalyede duruşumu dikleştiriyorum ve tam anlatmaya başlarken ağzımdan çıkanların artık en son ihtimal olduğunu düşünmeye başlıyorum.
Geçmişi düşünürken çocuk Zeynep’in oyuncu cesaretini ve yaratıcılığını özlüyorum. Ama bir yandan onun 20’li yaşları için tasarladığı bir kişi vardı. Yani hem çocuk Zeynep’in beklentilerinin hem de hafta başında yaptığım to-do list’lerimin şimdiki zamanımı kovaladığını hissediyorum.
Bundan bir 7 ay önce ise hayatımda çıkmazlara girdiğimi hissediyorum ve terapinin kapısını tıklatmaya başlıyorum. Hayli tecrübeli bir terapist ile birkaç ay süren terapi yolculuğuma başlıyorum. Anlattıklarım dikkatini gerçekten cezbediyor mu, yoksa benimle ilgili hazırladığı yargıları mı var emin olamıyorum. Bir seansta, 40 dakika boyunca kendinden emin bir şekilde beni dinleyen terapistimin söylediğim bir şeyle içinde bulunduğumuz ana ve mekana şaşkınlıkla odaklandığını hissediyorum.
Ona ‘’…büyüdüğüm evden çerçeveli çocukluk fotoğrafımı alıp şu anki evime taşıdım, onu oradan çıkardım, şimdiki hayatımıza getirdim’’ diyorum. Terapistim, mekan-zaman ve beden arasında böyle bir korelasyon kurmamı çok takdir ettiğini söylüyor. ‘’Acaba mimarlık okumanın bunda bir etkisi var mı? Çocukluk evini de bedenleştirmen ne kadar ilginç’’ gibi kavramsal birleşimlere dikkat çekiyor.
Bundan sonraki birkaç seansta çocukluğumun mekanları üzerine konuşuyoruz. Okumayı sevdiğim konular da olduğu için çocukluk evimin, evimin bulunduğu mahallenin beni neden bu kadar etkilediğini araştırıyorum.
Karşıma kültür ve mimarlık direktörü Françoise Barre’nin “Çocuk ve Yitirilmiş Kent” yazısı çıkıyor. Barre, çocuk kişisinin, günümüz dünyasında iyi tanımlanmış ve kentten sterilize edilmiş bir toplumsal kategori haline geldiğini söylüyor. ‘’Çocukta bir ait olma duygusunun ve mekansal bir aile gerçeğinin oluşabilmesi için, evin ve çocuğun denetimi altındaki yakın mekanların, ona toplumu bir arada tutan "harcı" ve bileşenleri sağlaması gerekir. Oysa, neredeyse kullanma kılavuzuna tabi bir yaşamın getirdiği kısıtlayıcılardan arta kalan mekanlarda bu tür geçiş ve dönüşümlere hiç hoşgörü yoktur.‘’ diyor.
Yani çocuk belirli ve homojenik olanı değil, kendi deneyimini oluşturabileceği karmaşıklığı arar. Bu karmaşıklık içerisinde erimeyip kendi alışkanlıklarını oluşturmayı başarabilirse kendine olan güveni de oluşmaya başlar. Onun için her gün bir oyun haline gelir. Küçükken evde her odanın karakterine göre oynadığım oyun değişiyor, oyunlarımın ve dolayısıyla mekanlarımın arasında organik bir akış kuruyordum, benim için mekanlar oyunlaşmış her mekan da ’’ev’’leşmişti. Örneğin hep oynadığımız sokak, kentin oturma odası gibiydi. Evdeki oturma odası da sadece onun biraz daha az kapasiteli ve ebeveynlerin otoritesinde olan hali gibi geliyordu. Ama sokaktaki oturma odasında otorite, biz çocuklar gibiydik.
Barre, aynı yazısında çocuğun başlıca etkinliğinin büyümek yani zaman biriktirmek olduğunu söylüyor. Biriktirilen zamanın simgesi ve muhafazası ise ev olduğu için çocuk dünyayla ilişkisini evde kurmaya başlıyor. Bu noktada oldukça küçük bir şehirde çocukluğunu geçirip sonrasında İstanbul’a gelen biri olarak, bir metropolün bir çocuk için yapabileceği en acımasız şeylerden birinin de çocuğun daha büyümeden kentsel belleğini ve anılarını tehdit etmek olduğunu düşünüyorum.
Çocuk karmaşıklığın içerisinde kendi rutinlerini oluşturarak varlığını kalıcı hale getirmeye çalışır. Oysa bir metropolün değişim hızı, modern insanı ve çocuğu unutkan hale getirir. Kentte gördüğünüz bir manzara, yakın zamanda farklı bir şeye dönüşecektir. Büyük kentin mimarı değişimdir. Bu yüzden kent sakinleri kendi rutinlerini oluşturmakta ve güven hissetmekte zorlanır, deneyimler sterilize edilir. Filozof Walter Benjamin’in Pasajlar eserinde de dediği gibi ‘’Büyük kent insanının duyduğu haz, bir ilk bakışta aşk değil, bir son bakışta aşktır. Bu sonsuza kadar veda ediştir.’’
İstanbul’a geldiğimden beri çocukluğumun güvenli rutinleri gibi yetişkin hayatımda da yeni rutinler oluşturmaya çalışıyorum, şehrin yıkıcılığında kaybolmadan ve içimdeki oyun oynama hissini kaybetmeden. Muhtemelen çocukluk fotoğrafımı da bana bunu yapabildiğimi hatırlatması için şimdiki odama getirdim. Çünkü Barre’nin de dediği gibi, tıpkı bir çocuğun gözünden kenti yeniden kurabilmek için, oyunun kurallarını yeniden tanımlamalıyız.
Mahalle Çocukları
Zaman öyle hızlı geçiyor ki çocukluğumuzu bazen hayatımızın bir köşesinde bırakmışız gibi geliyor. Sahi bıraktık mı yoksa bizimle büyüdü mü?
Yazı: Gözde Ataç
Çocukluk denince aklıma sokaklarda koşturup ter atmanın eğlencesi ile geçen zamanlar geliyor. ‘Ben çocukken…’ diye başlayan cümleler gerçekten biraz yaş almış hissettiriyor ve ben çocukken her şeyin daha renkli olduğunu hatırladığım anılar biriktirdiğimi söyleyebilirim. Okuldan gelip hızlıca yenen bir yemekle sokağa atardım kendimi. Arkadaşlarımla çeşitli eğlenceli oyunlar kurardık. Ağaç ev yapar, olmamış elmaları toplayıp sokaktan geçenlere satmaya çalışır ve evden çıkmadığımız zamanlarda da yoğurt kabından telefon yapıp balkondan balkona haberleşirdik. Ailelerimiz güvenle oynadığımızı bilir, hava kararıp gece yarısına yaklaşsa bile eğlenmemize izin verirlerdi. Herkesin bakkalı manavı tanıdığı küçük bir mahallede, sokakta hayal gücünün elinden tutarak büyüyen son çocuklardık.
Her jenerasyonun kendine ait gelişim alanları, deneyimleri olduğu gibi çocukluk dünyaları da birbirinden farklı. Benim neslimden önce büyüyen çocuklar daha heyecanlı çocukluk anılarını anlatıyor, ebeveynlerimiz ise darbe yıllarından faili meçhullerden sokaklardan uzaklaşan evden-eve çay partilerine giden çocukluklarını anlatıyor. Günümüzde yetişen çocuklar ise pandemiden ve gelişen teknolojiyle bireyselleşen hayatlarda büyüyor. Mahalle kültüründen uzak mavi ekranların içinde büyüyen çocuklar geç konuşmaya, iletişimden yoksun ve daha bireysel çıkarlar güderek yetişiyor. Ellerindeki teknolojik ve maddi imkan arttıkça sosyallikten ve sağlıklı kişisel gelişimden yoksun kalıyorlar.
Bireyin kendini ifade edebilme gücünü oluşturan, özgüven ve kişisel gelişiminin temeli çocukluk deneyimleriyle gelir. Çocukken oynadığımız oyunlarda geliştirdiğimiz hayal gücü, iletişim kurma becerilerimiz ve hatta kriz anlarını yönetebilme kabiliyetimiz kurduğumuz küçük çemberlerde temel atıyor. Ancak mahalle kültüründen uzak, toplumdan ve akranlarıyla iletişimden soyutlanan, hayallerini tabletlere zincirlemiş çocuklar için bu yetileri geliştirmek pek mümkün görünmüyor.
Benim de dahil olduğum geçmiş nesil çocukları için bir oyunu oynayabilmek için önce oyun tasarlanır, gerekliyse oyun için etraftaki eşyalardan ilgili malzemeler oluşturulur ve daha sonra takımlar kurulurdu. Bu basit akış içinde bir çocuğun hayal gücünü kullanarak oyunu tasarlaması ve yine tüm yaratıcılığı ile ağaçtan ev, daldan sihirli değnek yapması söz konusuydu. Takım çalışması içinde bulunabilme, ekip lideri olabilme gibi sosyal yetkinlikleri gelişir ve iletişim becerileri artardı. Ne yazık ki günümüzde tabletindeki oyunu dahi paylaşmak istemeyen çocuklar hayatlarını da paylaşmaktan uzakta büyüyorlar. Takım çalışmalarından çok uzakta yetişen bu çocukların sosyal yetilerini geliştirememesi muhtemelen yakın gelecekte toplumu etkileyen bazı problemlerle karşı karşıya kalmamıza neden olacaktır.
Aldous Huxley’in "Brave New World" adlı romanından uyarlanan dizisinde her şey ütopik toplum yapısında başlıyordu. Çocuk laboratuvarlarda üretiliyor ve herkesin tıbbi ve genetik müdahaleleriyle mükemmel bir şekilde yönlendirildiği bir sistem içinde yetiştiriliyor. Çocuklar, belirli sınıflar ve roller için yaratılıp tüm duygusal tepkileri ve düşünceleri bastırılıyor. Böylece distopik toplum düzenine dönüşen senaryo, kişisel özgürlükleri ve insan doğasının çeşitliliğini bastırdığını açıkça gösteriyor. İşte nesilden nesile değişen çocukluk algısı da bana bu yapımı hatırlatıyor, daha fazla imkanla ve teknolojiyle tasarlanan hayatlar içinde büyüyen çocuklar sağlıklı kişisel gelişimden, duygularından ve düşüncelerinden uzaklaştırılıp distopik bir topluma ön ayak oluyor.
Mahalle kültürünün ise çocukluk dönemine ayna tutmak için güzel bir araç olduğunu düşünüyorum. Yaşanılan toplumun gelişme çağında yansıttıkları çocuğun yetişkinliğe geçişinde bir aracı rolü üstlenir. Herkesin samimi bir iletişimde olduğu mahalle ortamında büyüyen çocuklar daha sosyal, girişimci ruhu yüksek ve yetkin yetişkinleri oluştururken bu kültürden uzak çocuklar için bu yetkinliklere sahip olabilmek daha zordur. Benim çocukluğumda oyuna ara verdiğimiz zamanlarda birimizin evine gidilir, hep birlikte yemek yenilir ve tekrar oyuna devam edilirdi. Bu kültür birbirimizin ailelerini tanımamız için aracı olur ve bizi sofrada birleştiren bir kolaylaştırıcı olurdu. Okuldan eve dönerken uğradığımız bakkal bizi tanır, harçlığımız yetmezse bir sonraki alışverişimize yazar yine de bize o şekerleri verirdi. Aynı okula gidip aynı mahallede oturduğumuz arkadaşlarımızla ödevlerimizi yapar akşam parkta buluşmak için sözleşirken, aileler de birbirleriyle oturup sohbet etmek için bize eşlik ederdi. Hem ebeveynlerin hem çocukların paylaşım içinde olduğu bu ortam bizi sosyal anlamda besleyip büyütürken dertlerin de paylaşılıp azalmasına aracı olur ve mahalle dayanışmasını oluştururdu. Bu dayanışmadan uzakta paylaşım kültüründen bihaber büyüyen çocuklar için ise benzer yorumları yapmak imkansız görünüyor.
20’lik olarak Nostalji serimizde daha önce geçmişi güzellediğimizi konuşmuştuk… Güzellediğimden mi bilmem ama çocukluğumu düşündüğümde çok keyifli zamanlar aklıma gelir. Mahalle kültürünü özlüyor ve nesillerin çocukluklarını farklı şekillerde yetiştirse bile paylaşım kültürünü devam ettirmesini diliyorum. Sizler de Substack’te yorum bırakarak çocukluğunuza değer katan anılarınızı bu yazının altında paylaşabilirsiniz. Ruhumuz çocuk, bedenimiz 20’lik kalsın. Şerefe!
🍼Bu hafta çocukluk üzerine konuştuk. Değişen mahalle kültüründen, çocukluk fotoğraflarına kadar farklı konulara değindik.
🎧Haftaya podcastimizin ilk bölümü var. Zeynep’in yazısı üzerine konuşuyoruz.
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya aynı saatte diyelim mi? ✨
Şerefe!
💕 Yasmin 💕