Ekrandan Yansımalar: Filmlerde 20'lik
Türkiye'de neden 20'lik gençlerin hikayeleri konu alınmıyor?
Selam 20’likler ve 20’lik kalanlar,
Güzel haftalar. Nasılsınız? İyisiniz umarım. Aralık ayının ilk haftasını tamamlamış bulunuyoruz. Vaov. Zaman hızlı geçiyor. O geçen hızlı zaman içinde de, gerçekleşen olayları içselleştirmek zorlaşıyor, unutmaksa kolaylaşıyor.
O zaman ben unutmamak adına buraya da yazayım. İsrail'in, Gazze’ye saldırısının 2.ayı tamamlandı. Yani tam 60 gündür Gazze’de yaşayan insanlar hayat mücadelesi veriyor. Hastalık, ölüm, acı, yas ve korku dolu 60 gün. Ve kızgınlık. Dünya liderlerinin olan biteni görmelerine rağmen, bu insanlık-dışı sürecin devam etmesine izin vermelerine duyulan kızgınlık. Dünya Sağlık Örgütü Filistin temsilcisi Rik Peeperkorn, Gazze’de her 10 dakikada, bir çocuğun öldürüldüğünü belirtti. “...insanlığın en karanlık saatine yaklaştığımızı düşünüyorum. Kalıcı bir ateşkese ihtiyacımız var" diye ekledi.
Böyle bir giriş yaptıktan sonra, planlanmış programa devam etmek bana biraz tuhaf geliyor. Ama 'anda.mısın' için en son çektiğim videoda da belirttiğim gibi, bir yandan hayatımıza devam ederken, dünyanın başka yerlerinde olan şeyleri de görmezden gelmemek, onlarla ilgili kendimizi bilgilendirmek, okumak, anlamak ve paylaşmak gerekiyor. Bu ikisine de yer var.
İnsanlığı unutmamak umudu ile...
Sevgiler,
Yasmin
Bu hafta nelerimiz var?
Bu haftayı ‘limitime geldim’ yazan şu tavşan görseliyle açıyorum.
Bu aralar Vermont esintileri ile 26-yaşındaki Noah Kahan dinliyorum. Stick Season ve Hozier ile müzikal işbirliği yaptığı Northern Attitude en sevdiklerim arasında. Tam bu soğuklarda dinlemelik, yavaş ve yumuşak şarkılar.
Havalar soğuduğunda, film izlemek ayrı bir keyifli olur. Evde oturup yılın son demleri ile artan iş yükünü geride bırakır, birazlığına dünyadan koparsın — ne güzel bir lüks. Uzaklaşabilmek. Ama mesleki deformasyon mu dersiniz, takıntı mı, ben film izlerken 20’li yaşlarındaki gençleri nasıl temsil ettiklerini gözlemlemeden duramıyorum. Bu anlaşılan, 20’lik yazarlarımızın da yaptığı bir şey.
O zaman bakalım bu hafta nelerimiz var?
🌹Ayşe’nin yeni Bihter deneyimleri: Bu ülkede neden genç insanların yeni hikayeleri anlatılmıyor?
🔑Kardelen, içindeki Frances Ha’dan esinlenerek soruyor:‘Ey olduramadıklarım, sen mi büyüksün ben mi?’
🚪Gözde, Sliding Doors üzerinden kelebek etkisini kurcalıyor: kanat çırpmayalım da ne yapalım?
20’lik olmayı en iyi temsil eden film hangisi diye soracak olursanız, seçemiyorum. Sizin bir fikriniz var mı? Varsa aşağıda, yorumlarda, buluşalım.
<3 İyi okumalar! <3
⚠️ Not: Bu hafta dolu dolu bir bültenimiz var. Bu cümleleri e-posta üzerinden okuyorsanız, sağ üst köşede tarayıcıdan oku (ya da ‘view in browser’) linkine tıklamanızı şiddetle öneriyorum. 20’liği sevdiklerinizle paylaşmayı unutmayın!
Ekranda Z Kuşağı Temsil Açlığının İzinde: Türkiye
Ülkede gençliğin hikayelerini arıyoruz. Yok mu?
Yazı:
Yepyeni Aşk-ı Memnu uyarlaması Bihter filminin vizyona gireceğini öğrendiğimde filmi daha hiç izlemeden hakkında bir şeyler yazmayı planlamıştım. 20lik Bülten için daha önce yazdığım “Sonsuza Kadar 20’lik: Bu Dünyadan Bir Bihter Ziyagil Geçti” yazıma bir devam niteliğinde olacaktı. Ama işler planladığım gibi gitmedi, çünkü filmin fragmanını ilk kez izlediğimde bu kararı verdiğime çoktan pişman olmuştum. Filmi bitirdiğimde ise kafamda tıpkı filmi izleyen diğer insanların aklındaki gibi tek bir soru vardı: “Ne gerek vardı?”
Bihter filminin sinematografik bir eleştirisini yapmayacağım. Bu eğreti, derdi nedir belli olmayan, ilkokul müsameresi tadındaki filmin varlığı beni Türkiye’deki sinema ve hikaye anlatıcılığı konusunda çok daha önemli bulduğum iki soruya götürdü. Neden hep aynı şeyi izliyoruz? Ve izlediğimiz yapımlarda gençler nerede?
Gelin Bihter’i Halit Ziya’ya bırakalım ve bu sorulara biraz değinelim.
Neden Hep Aynı Şeyleri İzliyor Gibiyiz?
Size de öyle geliyor mu, bana son birkaç yıldır hep aynı şeyleri, biraz değiştirilmiş olarak izliyormuşuz gibi geliyor.
Son yıllarda, hem Hollywood’da hem de ülkemizde sürekli bazı kült yapımların uyarlamasının, devam filminin veya spin-off’unun yapıldığına şahit oluyoruz. Tomb Raider, Willy Wonka, Harry Potter, Narnia Günlükleri… Üç saniye düşündüğümde aklıma ilk gelen reboot yapımlar oldu.
Elbette, halihazırda yazılmış, çekilmiş, izleyici tarafından sevilmiş hikayeleri bir daha çekmek demek zaten ilk filmler sayesinde sahip olunan hayran kitlesi üzerinden bir kez daha para kazanmak demek.
Dolayısıyla, ülkemizde de Aşk-ı Memnu’nun yeniden canlandırılmaya çalışmasını bir dereceye kadar anlayabiliyorum. Ama bir dereceye kadar. Çünkü Aşk-ı Memnu zaten yeniden yapımın, yeniden yapımının, yeniden yapıldığı bir hikaye oldu! 1901’de Halid Ziya Uşaklıgil’in Madam Bovary’den esinlenerek yazdığı ve arketipsel “anne-kız savaşı” ve “yasak ilişki” temalarını dönemine göre son derece iyi işleyen roman, ilk kez 1975 yılında TRT’de dizi olarak yayımlandı. 2008’de yine dizi olarak – bu kez günümüzde geçen versiyonuyla- yeniden yorumlandı. 2023’e geldiğimizde ise zaten çok sevilmiş, kült haline gelmiş bir öykünün bir kez daha çekilmesi gündeme geldi! “Ne gerek var?” tepkilerine yapım ekibinin cevabı ise hazırdı: “ama biz farklı bir şey yapıyoruz, dizimiz bu kez romanın yazıldığı dönemde geçecek!”
Bu binbir türlü bahaneyle, aynı hikayenin suyunun çıkarılması durumu akla şu soruyu getiriyor: iyi hikaye kalmadı mı?
“İyi Hikaye Yok Abi Ya!”
Bir etkinlikte tesadüfen kendini Türkiye’nin bazı ünlü dizi yönetmen ve yapımcılarıyla dolu bir grubun içinde bulan bir arkadaşım anlatmıştı. Birkaç tanesinin kendi aralarında konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Orta yaşlı ve erkek yönetmenlerden oluşan bu kişiler birbirlerine konu kıtlığından şikayet ediyorlarmış. Birinin kurduğu cümle tam olarak şu: “İyi hikaye yok ki çekelim abi ya!
Bihter film bittiğinde merakla, hangi orta yaşlı (ve muhtemelen erkek), iyi hikaye kıtlığı çeken senaristin bu hikayesiz senaryoya imza attığını görmek için jeneriğin akmasını bekledim. Gördüğüm şey beni hem şaşırttı, hem de hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü, Bihter filminin senaristi, 1994 doğumlu Merve Göntem. Neden 29 yaşında genç bir kadın son elli yılda defalarca yazılmış, oynanmış, yazılmış, oynanmış bir eseri üçüncü defa yazmaya ihtiyaç duyuyor? Bu sektörün dayatması mı? Fikrin ilk sahibi ve uygulayıcısı her kimse, neden ve nasıl bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüyor?
Anlatılan Hikayelerde Gençler Nerede?
Hikayesizlikten şikayet eden sektör erbaplarını bir tarafa bırakalım. Biri bana lütfen söyleyebilir mi, neden Türk televizyonu ve sineması 35 yaş üzeri insanların öykülerine mahkum edildi?
Son 5 yılda Türkiye’de genel izleyiciye yönelik, gençlik odaklı herhangi bir iş yapılmış mı, yapılmışsa kaç tane yapılmış diye araştırdım. Bunu yaparken lise çağında veya yirmili yaşlarındaki gençlerin başrolde olmasına dikkat ettim. Yapımların iyi veya kötü olmasına bakmadım. Tek kriterim, dizide işlenen hikayelerin büyük oranda gençleri anlatıyor olmasıydı.
Çıkan sonuçlar göz yaşartıcı. En son olarak 2020 senesinde Netflix’te Aşk 101 adında bir lise dizisi yapılmış. Bundan sonraki diziler için ise neredeyse on yıl geriye gitmemiz gerekiyor. 2015 yılında Küçük Tatlı Yalancılar adında bir dizi yayınlanmış. 2013 yılından ise Güneşi Beklerken ve Medcezir isimli iki dizi var.
Elbette, gözümden kaçan, kısa süre yayında kaldığı için listelere giremeyen bazı yapımlar olabilir. Ama her ihtimalde sonuç değişmiyor: Son on yılda, her yıl onlarca dizi çekilen, dizi ihraç etmekle övünen ülkemizde liseli veya üniversiteli gençlerin başrolde olduğu, onların hikayelerinin anlatıldığı yapımın sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Bu yapımlarda da, afişlerden gördüğümüz kadarıyla yetişkin karakterlerin öyküleri de gençlerin öyküleri kadar, hatta belki yer yer daha önemli bir yer tutuyor.
Sebebi ne? Genç dostu bir kültüre sahip olmamamız mı? Gençlik öykülerinin o çağı çoktan geçmiş izleyici tarafından “boş ergen işleri” olarak görülmesi mi?
Gençlik Hikayelerinin Anlatılması Neden Önemli?
Çekecek iyi hikaye bulamamaktan şikayetçi yapımcı, yönetmen ve senaristlere müsaadenizle altın madeni bir konu işaret etmek istiyorum. Yirmili yaşlarındaki kişileri işleyen öyküler!
Ortalama bir insan ömrünü seksen yıl kabul edersek, bunun en sancılı bölümünün ilk otuz senesi olduğu tartışılmaz. Kimlik bunalımları, varoluş çabaları, ilk aşk, ilk hayal kırıklıkları, ilk kayıplar, karmaşalar, maceralar, cesurca atılan tüm adımların neredeyse hepsinin bu yıllarda gerçekleştiği muhakkak. Bir genç yetişkinin yirmi ila otuz yaş arasında geçirdiği değişimin, hayatındaki yeniliklerin haddi hesabı yok. Otuz yaştan sonra yenilikler azalmaya, düğümler çözülmeye, fırtınalı sular durulmaya başlıyor.
Gençliğin öz-karmaşasını bir tarafa koyarsak, Türkiye, gençlik problemlerinin zaten son derece şiddetli yaşandığı bir ülke. Ülkenin gençlerini ortaokul çağından başlayarak üniversite sınavına kadar gittikçe artan bir rekabet, öğrenci değil adeta yarış atı olma hali baskılıyor.
Daha sonra, son yıllarda artan ekonomik kriz, işsizlik, düşük maaş gibi problemlerle birlikte gençlerin kafasında oluşan “bu okulu kazansam ne olacak/ bu işe girsem ne olacak” gibi refahsızlık sorunları takip ediyor. Gencimiz üniversiteyi kazandı diyelim, yaşayabilecek bir ev bulabilecek mi? Ailesinden aldığı harçlıkla geçinebilecek mi? Mezun olduktan sonra iş bulabilecek mi? Torpilsiz kamu personeli olabilecek mi? Özel sektörde işe girdiği takdirde aldığı maaşla kendini idame edecek bir hayatı kurabilecek mi? En basitinden, hoşlandığı kızı ay sonunu çok da düşünmeden önce sinemaya, sonra hamburger yemeye davet edebilecek mi?
Hal böyleyken neden yapımcılar, yönetmenler ve senaristler yirmili yaşların yeniliklerle ve karın ağrılarıyla dolu hikayelerini anlatmaktan bu kadar uzak? Neden bizde de Frances Ha, Normal People, Perks of Being a Wallflower, Conversations with Friends, Submarine, The End of The F**ing World gibi işler yapılamıyor? Neden böyle hikayeler yazılamıyor?
Gerçekten iyi bir hikaye yok mu, yoksa gençliğin o saflığını, acemiliğini, çaresizliğini ve hüznünü yansıtmak yetişkinlere zor mu geliyor? Herkes en iyi bildiği şeyi anlatır ya, peki, orta yaşlılar bu işi kıvıramıyor, kendi kişisel geçmişlerine dönüp dünyaya gençlerin gözünden bakmak zor geliyor diyelim. Henüz yirmili yaşlarında kendine sektörde yer edinebilmiş senaristlerin, yönetmenlerin bahanesi ne? Onlar neden suyu çoktan çıkmış yapımların içinde boğuluyor?
Neden, neden, neden son on yıldır bu ülkede genç insanların hikayeleri anlatılmıyor?
Ey olduramadıklarım, sen mi büyüksün ben mi?
Oldurduklarımıza gülümseyerek anıyor, olduramadıklarımıza da ‘bir dahakine’ diyoruz.
Yazı:
Yılın son ayına giriş yapmışken bir yıl boyunca neler yapmışım diye düşünmeden duramayanlardan mısınız, yoksa normal mi? Bence Aralık ayı; isteklerimin ne kadarını gerçekleştirmişim, gerçekleşmeyenlere anlık üzülürken sonrasında daha iyisini yaşadığımı düşünmüşüm, bazılarını da hiç yapamamışım hayıflanmasıyla geçen bir süreç. Bir nevi olduramadıklarınla iç sesinin tartışması denebilir. Yeni yılın yanı sıra doğduğum ay olduğu için de artı/eksi durumlarını 2x şeklinde yaşıyorum. Geride bırakılan yılın umutsuzluklarıyla gelecek yılın umutlarının iç içe geçmesi şeklinde tanımlıyorum Aralık ayını. Ayrıca bolca da ışıklı, pırıl pırıl, mis gibi bir ay. Bu sebeple, aklımda bu iki tema, olduramayanları kabul etmeme ve Aralık ile özdeşleştirdiğim bir filmi yazmak istedim: Frances Ha.
Şu sıralar Instagram’da oldukça popüler olan “beni tanımak için altı film/kitap/oyun” storyleri akımı nelere kendimi yakın hissettiğimi bir kez daha düşündürdü. Halbuki geçen senelerde en sevdiğim filmlere/kitaplara/mevsime ve hatta top beş yiyeceklere karar vererek kendimin %10’unu falan tanıdığımı düşünmüştüm -”en”lere karar vermek bana bir hayli zor gelir. Tabii ruhsal ve yıllara bağlı olarak değişen “en”lerim olmakla birlikte şu anki mevcut halimle Frances Ha filminin beni tanımladığını düşünüyorum - aslında bunu son üç-dört senedir düşünüyorum. Kült sayılabilecek bu filmi yıllar içerisinde birden çok defa izlemiştim, Frances karakterini kendime yakın hissediyorum. Ki bence filmin seyirciyle kurduğu garip bir ilişkisi de var; filmi umutlu bir yerden okumak da mümkün, umutsuz bir yerden okumak da. Fakat Frances’ın yanımdan geçen, beraber kahve içtiğim, sokakta oturup insanları seyrettiğim, bir kitabı tartıştığım herhangi biri olduğunu biliyorum.
Noah Baumbach’ın yönettiği, sevgili Greta Gerwig’in başrolünde yer aldığı Frances Ha filmi modern film olmasına rağmen siyah-beyaz çekimiyle kendi farklılığını en başta ortaya koyuyor. 27 yaşındaki bir kadının bütün çocuksuluğu ile yetişkin hayatına geçiş sürecini ele alıyor. Bu geçiş sürecinde kendini “gerçek” bir insan olarak tanımlayamıyor. Dans ediyor fakat dansçıyım diyemiyor, New York’ta yaşıyor ama finansal açıdan kendisinin ödeyebildiği bir apartmanda kalamadığı için arkadaşlarında geçici süreliğine barınıyor, en yakın arkadaşıyla artık konuşamaz hale geliyor… Nereden baksanız yanımızdaki herhangi bir insanın hayatı gibi. Film boyunca hayaller ile gerçeklerin karşı karşıya gelmesini ve hayal edilenlerin gerçekliğin karşısında yok olayazdığını izlerken, bir yandan da Frances’ın kafasındakileri yaşama isteğinin sürekliliğini görüyoruz. Toksik pozitiviteden uzak hayallerini korumanın mümkün olabileceğini seyirciye söylüyor. Karakterle bağdaşıklık kurarken nelere yetmek zorunda bırakıldığımızı ve o süreç içerisinde geçirdiğimiz benlik dönüşümlerini sorgulayabiliyoruz.
Sonuç olarak; büyük kentte aynı şeyleri üreten insanların çokluğunda kendi alanını açmanın ve kirasını ödeyebilecek bir daire bulmanın zorluğunu, arkadaşlıktan ve ilişkilerden beklentileri ve “sistemin gerekliliklerine uymak mı başarı, olduramadıklarınla kendin olmak mı?” sorusunu ele alan bir film.
Yaşı filmin ortasına oturtuyor; etrafına kariyeri ve kariyer sonuçlu temel ihtiyaçların karşılanma durumunu, dostluğu, aşkı, kişisel yargıları ve kentlerle kurulan ilişkileri diziyor. Film, bu sebeple seyircinin kendi hayatı ile karakterlerin bağdaşıklığını güçlendiriyor. Kısacası, kendi içimizde sorguladığımız ne varsa, karakterin kendisinde yansımalarını görüyoruz. Sanırım bu özellikleri sebebiyle birçok insanın hayatına dokunuyor. Belki de bu sebeple seyirciden, seyirciye ve izlenilen döneme bağlı olarak ya umutlu ya da umutsuz algılanıyor.
En son seyrettiğime göre, Frances umutsuz bir hayattan umutlu bir hayata geçiş yapıyor. Apartman ziline adını ekliyor mesela. Son sahnede başardıklarını düşünüp gülümsüyor. Ama önemli: başaramadıklarını da göz ardı etmiyor. Oldurduklarımızı kutlayıp, olduramadıklarımızın bizi eksik hissettirmeden ders almamızı sağlayacağı, pırıl pırıl bir yeni yıl diliyorum.
Kanat Çırpmayalım mı?
Aralık ayına girmemizle birlikte bende bir ‘cozy’ havası yerini aldı. Sıcak çikolata, battaniye ve film üçlüsüne kendimi bir süre kaptırıp izleyemediğim favori içeriklere dalmak istiyorum.
Yazı:
1972 yılında meteorolog Edward Lorenz’in, "Brezilya'da bir kelebeğin kanat çırpışı Teksas'ta bir kasırgaya yol açar mı?" başlıklı konuşmasının ardından ‘Kelebek Etkisi’ kavramı ortaya çıktı. Kavramın popülerleşmesiyle de hakkında birçok makale, kitap ve film yayınlandı. Kelebek etkisinin, hayatta bir an durup kendimize “başka ihtimalleri” sorduğumuz anlarda daha değerli hale geldiğini düşünüyorum. Bu nedenle benim için kelebek etkisi, 20’li yaşların ‘Ben n’apıyorum ya?’ seslenişleri üzerine düşünme şansı tanıyor. Kelebek etkisi hakkında birçok kült yapım olsa da Sliding Doors benim favorim.
Peter Howitt’in ilk yönetmenlik deneyimi olan 1998 yapımı film Sliding Doors, kelebek etkisi ve onunla birlikte alınan günlük kararlarımızın yansımasını anlatıyor. Film, başrolün metroya geldiğinde ‘metro kapıları kapanmadan yetişmesi’ ve ‘birkaç saliseyle metroyu kaçırması’ odağında iki senaryoda işleniyor. Bu olayın iki senaryoda da karakterin hayatına nasıl etki edeceği heyecanla aktarılırken, aldığımız kararların farklı ihtimallerde nasıl etkiler yarattığı üzerine yoğunlaşıyor. Ana karakterin verdiği anlık kararlar iş ve ilişki hayatını doğrudan etkilese de film, bazen yaşanması gereken olayların senaryodan bağımsız gerçekleşeceğini de gösteriyor. Film ile ilgili daha fazla spoiler vermeden izleme tavsiyesi olarak paylaşıyor, filmin bende bıraktığı etkiye geçiyorum.
Bir 20’lik olarak sıkça kendime ‘ben n’apıyorum ya’ ya da ‘Farklı olabilir miydi’ sorularını yönlendirdiğim anlarla rastlaşıyorum. Bir an durup düşünmek, hayatın akışından soyutlanıp farklı senaryoların çıkabileceği yolları hayal etmek istiyorum. Günlük hayat karmaşasında bu çok mümkün olmuyor ancak şehir hayatından soyutlandığımda bu düşüncelerle baş başa kalabiliyorum. Böyle zamanlarda kelebek etkisi benim için çok anlamlı hale geliyor.
Gerçekten bugün geç kaldığım metro hayatımda farklı senaryolar oluşturabilir mi?
Hayatımda önemli olarak gördüğüm konularda aldığım kararların benim için iyi olup olmayacağını tahmin etmek mümkün olur mu? Bu soruları sorduğum zamanların birinde Sliding Doors filmini izlemiş ve bu film ile gerçekten farklı seçimlerde hayatımın ne kadar değişebileceği düşüncesine kendimi kaptırmıştım. Ancak filmi izledikten sonra bu soruları sormayı biraz da olsa bıraktım. Elbette anlık kararlarımın geleceği değiştirebilme gücüne hala inanıyorum ama bu kararların geleceğini düşünerek bugünümün şekillenmesini istemiyorum. Bazı ihtimallerin geçmişte farklı tercihlerimle gerçekleşebilme ihtimaline tutunmuyorum. Bunun yerine kararların gelecekte bir yerde, yeniden benimle karşılaşacağına inanıyorum. Hayatımda verdiğim günlük kararlar artık sadece ve sadece bugünü iyileştirebilmek için, geleceğin farklı senaryolarda şekillenmesi için değil.
Bugün hangi kararı alırsam yarın daha iyi olur demek yerine, aldığım her karar için kendimi tebrik ediyor ve kanat çırpmayı öğreniyorum. Her kanat çırpışımın daha güçlü bir rüzgar yaratmasını diliyorum.
Sliding Doors dışında birçok kelebek etkisini konu alan içeriğe ulaşmanız mümkün, günümüze yakın ve biraz daha romantik komedi tadında bir öneri isterseniz ‘Look Both Ways’ filmini de izleme listenize eklemeyi unutmayın. Kelebek etkisinin yalnızca kanat çırpmaktan ibaret olmadığını bilerek ve verdiği her kararın arkasında durarak güçlü rüzgar dalgaları oluşturan tüm 20’liklere sarılıyorum! Eee hadi o zaman, kanatlarımızı çırpmayalım da ne yapalım?
Bu haftanın sponsorundan:
Merhaba 20’likler!
EKA Creative Studio’nun yaratıcı sektörlerdeki genç profesyonelleri bir araya getiren komünitesini duymuş muydunuz?
Dünyada olumlu bir etki yaratmak için benzer ve farklı yeteneklerin bir araya gelmesi ve deneyimleri, bilgi birikimleri ve hisleri doğrultusunda yaratıcı değişim için harekete geçmesi gerektiğine inanan EKA Yaratıcı Topluluğu, beraber üretmek ve gelişmek için sizleri de komünitesine davet ediyor.
Sana, kolaylaştırılmış iş birliği ortamı sağlayan, alanında uzman kişilerden mentorlük desteği almana yardımcı olan bir keşif ve deneyim alanı sağlamak istiyoruz. Sunduğumuz etkinlik ve programlarla bakış açını geliştirmeyi hedeflerken, senden de öğrenebileceklerimiz olduğunu düşünüyoruz.
Komunite içerisinde içerikler üretip yeteneğini ve çalışmalarını komüniteye tanıtabilir, stüdyomuzun projelerinde komisyonlandırılabilir, birlikte geliştirmek istediğin fikirler için EKA veya komünitenin diğer üyeleri ile iş birliği geliştirebilirsin!
Komuniteye başvurmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsin!
🍿Bu hafta, Bihter’den, Frances Ha ve Sliding Doors’dan bahsettik.
🔨Haftaya biraz algı kırmaya çalışıyoruz.
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya aynı saatte diyelim mi? ✨
Şerefe!
💕 Yasmin 💕
not. Bu haftanın bülteninin adını ‘Ekrandan Yansımalar: Filmilik’ gibi bir espiri yapacaktım ama kimse gülmedi… O yüzden yapmadım.