Nasılsınız 20’likler?
Bugün 6 Şubat depremlerinin ikinci yıldönümü. İki sene önce bugün evini, ailesini, arkadaşlarını ve anılarını kaybeden herkese kocaman sarılıyoruz. Kimi yaralar hemen kapanmaz, yaralarını onarmaya çalışan herkese sabır diliyoruz.
Ve soruyoruz: Bu ne sevgi ah? Biz bu ülkede neden birbirimizi sevemedik? Deniz kumuyla bina yapan müteahhitler o binalarda bebeklerin yaşayacağını düşünmedi mi?
Ağızlar açılınca Türkiye’de herkes ne kadar vatansever, milletsever diye düşünmeden edemiyorum. Selvi Boylum Al Yazmalım’ın unutulmaz repliği gelsin: “Sevgi neydi? Sevgi emekti.” Bir toplumun birbirini sevme yolu ekseriyetle birbirimize gösterdiğimiz özenden geçmez mi? Kuru kuruya daha neleri affedeceğiz?
Yüreğimizde burukluk ve aklımızda sevgiye dair sorgulamalarla bu haftanın sayısına geçiyoruz. Bu hafta kendimize ‘insanlar sevgiden anlar mı?’ diye sorduk.
Aklımıza ilk hayvanlarla kurduğumuz eğrisi doğrusunu tutmayan sevgiler geldi. İşin içine güç girdiği anda sevgi garipleşiyor, bir taraf ötekinin yemek saatine karar veriyorsa, veya evini çekip alabiliyorsa sevgiler iki yüzlüleşiyor.
Bu Hafta Nelerimiz Var?
🥦 Bendeniz (Merve) ufak bir vegan atak geçiriyorum, bazı hayvanlar için sokaklara dökülüp sevgimizi haykırırken bazılarını hapır hupur yemekten beis duymayışımızı sorguluyorum.
🌎 Irmak kendimizi dünyanın sahibi sanmamıza takılıyor, sahipliğin olduğu yerde sevgi olur mu?
🐈⬛ Son olarak Günseli sevmeyi ve daha başka erdemleri kedilerden öğreniyor.
İyi okumalar!
Ulusal sevgi bakanınız,
Merve
*Serra’nın görselleştirdiği ve derlediği verilerin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
İnsanların yaptığı neyden memnunum ki sevişlerinden memnun olayım?
Hoşgeldin şubat ayı.
Yazı:
İlk gençliğimden beri içimi bulandıran bir mesele, insanların hayvanları sevme şekli. Özellikle İstanbul’da yaşadığım süreçte fazlasıyla kristalize oldu bu durum. Herkes gibi ben de İstanbul’un kediler şehri olmasını, insanlardan çok kedilerin sokakların aitliğini üstlenmesini kuul buluyorum. Ama son 40 yılda hızla doğasını mahvettiğimiz, hiçbir yeşil alanını el değmeden bırakmadığımız bu şehirde gittikçe aşırıya kaçan kedi sevgisini anlamsız ve ikiyüzlü de buluyorum. Hisarüstü - Bebek hattında yaşarken bir sabah hiç kuş cıvıltısı duymadığımı fark ederek uyandım. Sonraları kuş gözlemcisi bir arkadaş Sarıyer - Beşiktaş hattında hızla artan kedi popülasyonunun tüm ufak kuşları yediğini ve geriye sadece tombul martıların kaldığını anlattı. Özellikle Boğaziçi kampüsünde kedi maması almaya ve kedi beslemeye kendini adamış isimler vardı, ve tek tük küçük kuşun kaldığı bu kampüsteki kedi maması enflasyonu fena halde canımı sıkmaktaydı.
Anadolu Yakasına taşınınca 5 yıl kadar Kadıköy’de yaşadım, insanların kedi hassasiyetlerinin yine son raddelere ulaştığı semtlerden biri. Beton ve asfalttan toprağı gözükmeyen Kadıköy’de kedilerin asfalta yaptıkları tuvaletlerinin üzerine atacak toprak bulamayıp bunaldıklarını çok gördüm. Bu kadar doğadan koparılmış bir semtte kedilerin ekosistemdeki yerini incelemek pek mümkün olmuyordu tabi, zira çiğköfte dürüm yiyen veya kusmuk eşeleyen kedilerle doluydu sokak. Kadıköy’de daha önemli bir şey gözlemleme şansı edindim, komşusuna selam vermekten yoksun veya her an birilerine bağırmaya hazır modern şehir insanının kedilere duyduğu kayıtsız sevgi ve şefkat. Bir insan şefkatliyse bu şefkat etrafa yayılmaz mı diye düşünürken buldum kendimi. Bu sorgulamalarda geldiğim sonuç ise meselenin şefkat meselesi olmadığı, bize muhtaç ve yaşam alanlarını mahvettiğimiz ufak canlıları beslemenin iki yüzlü insan sevgisinin harika bir örneği olduğuydu.
Konuya kafa yorarken karşıma Hal Herzog’un kitabı çıktı. İngilizce ismi “Some We Love, Some We Hate, Some We Eat: Why It’s So Hard to Think Straight About Animals”. Türkçeye “Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz: Hayvanlar Hakkında Tutarlı Düşünmek Neden Bu Kadar Zordur?” olarak çevrilmiş. Antrozooloji alanında önde gelen araştırmacılardan biri olan Herzog kitapta farklı ortamlardan verdiği örneklerle insanların sevgi ve etik algılarının nasıl durumsal olduğunu tartışıyor. Dünya tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir inek ve tavuk popülasyonunu fabrikalarda yemek için büyütmemizden, bu halimizi kendi gözümüzde normalleştirirken horoz dövüşlerinin vicdanımıza darbe indirmesinden bahsediyor.
Hatta horoz dövüşlerine boksör yetiştiren ailelerle yaptığı görüşmeleri paylaşıyor, bu ailelerin çoğu horozlarını ailelerinin bir üyesi olarak gördüğünü söylüyor. Horoz yetiştiricisi adamlardan biri (tabi bu sektör çok erkek domine bir sektör), evindeki horozların uzun ve sağlıklı bir hayat yaşadığını, iki ay içinde büyütülüp McDonalds’a satılan besi piliçlerinden çok daha mutlu olduklarını, bu sebeple yaptıklarının gayet vicdanlı bir iş olduğunu söylüyor. Daha önce hiç horoz dövüş videosu izlememiş olsam adama hak vermek işten bile değil.
Kitap bunun gibi birçok örnekle okuyucunun da hayvanlarla ilgili algısını gıdıklıyor aslında. Günün sonunda horoz dövüşlerinde ölen horoz sayısı yüzlerle sınırlıyken bir senede milyonlarca tavuk insanlar ve onların evcil hayvanları için öldürülüyor. 2013’te sadece ABD’deki ev kedilerini beslemek için 2 milyon fabrika tavuğu kesilmiş. Kedinin can da tavuğunki patlıcan mı?
Kitap bizim kediler konusunda bu kadar korumacıyken ineklerde vicdanımızın nasıl aktive olmadığını açıklamaya çalışsa da net bir cevap vermiyor okuyucuya (zira yazarın amacı da bu değil). Yıllarca hayvan insan ilişkilerine bakan uzmanlar insanların kendilerine benzeyen canlılara daha çok empati gösterdiğini iddia etmişti. Ancak kozmetik deneyleri gibi aslında çok da elzem olmayan deneylerde yüzü bize benzeyen ve normal şartlarda sevimli bulacağımız beyaz hamsterlar, pofuduk tavşanlar, ve uzak kuzenlerimiz şempanzeler kullanılmakta. Bir başka açıdan, kedilerle ineklerin suratları birbirine benzese de aynı vicdani yükü tetiklemiyor.
Tabi ki neleri sevip nelere vicdan duyduğumuz toplumsal öğrenmişliklerimizle de çok ilgili. Ben vegan olduktan sonra “Ne var canım, inekler ve tavuklar bizim onları kullanmamız için vardır,” diyen çoğu kişi Asya mutfağındaki köpek etli tarifleri konuşmaya bile dayanamıyordu ve bence bu fena halde komikti.
Hal Herzog uzun uzadıya farklı hayvanlar ve insanların ilişkilerini tartışıyor, 200+ sayfa kitap yazarken hızlı yargılara varmaktan çok güzel kaçınıyor. Ama maalesef ben Hal Herzog değilim, 2 sayfada yargıya ulaşabilirim. Bana kalırsa insan sevgisi şartlı ve çok da iki yüzlü.
Sevgililer günümüz şimdiden kutlu olsun <3
Bencilliğin Anatomisi: Bu Devirde Kimse Sultan Değil
“Bir ağaçtan ne farkım var; o da bu dünyadan geçiyor, ben de.”
Yazı:
Yine ben, yine ben, yine ben. Böyle bir giriş yapmak istedim iki hafta üst üste yazınca ama bu yazıma böyle bir giriş yapılamaz. Sadece “ben” demenin karanlığını konuşacağız çünkü bugün. Düşünebilen tek hayvan olduğunu düşündüğü için kendini diğer canlılardan daha üstün gören insanı yani. Haklılık payı da aramayacağız çünkü insanın buradaki haksızlığını konuşacağız bu sefer.
Evet, insan, konuşabilmesini sağlayan gelişmiş korteksine yüklediği anlamlarla bir çeşit hükümdarlık kurma eğiliminde. Hayvanlar onun için var ki o etinden sütünden faydalansın. Olmadı zorla eğitilerek şaklabanlık yapsınlar biraz insana. Dağlar, denizler de insanın eğlencesi için var – yanmış, kirlenmiş kime ne – kaldı ki otel yapabilecekken ağaçlara ne gerek var? Mülkiyet diye çıldıran, ben ben ben diyen insan, kendi yavrusuna bir tehdit olduğunu düşündüğü için başka canlıların yavrularının yok edilmesini isteyecek kadar bencil. İnsanın narsisizmi sadece insan ilişkilerinde çıkan davranışlarla, partnerini manipüle ederek gerçekleri eğip bükmesiyle sınırlı değil yani. İnsanın narsisizmi, kendini dünyanın merkezine koyduğu ve kendini onun hükümdarı zannettiği anda başlıyor bana göre. “Bir ağaçtan ne farkım var; o da bu dünyadan geçiyor, ben de” diyemiyor insan (hatta bir zeytin ağacı 500-1000 yıl buralarda!). Bunun yerine, o ağacın meyvesine, gölgesine veya görselliğine ihtiyaç duymadığı anda baltayı köküne saplamakta bir beis görmüyor. Her şey onun ihtiyaçları için var ya. Bir çocuk öleceğine yüzlerce köpek ölsün diyecek kadar ileri gidebiliyor bazen insan. Bazen de sadece insan yavrusuna “sahip” kişilere karşı tanıdığı imtiyazları— mesela tatilde ona göre oda ayarlamak— hayvan yavrusuna “sahip” olanlara tanımayacak kadar masum.
Narsisistik kişilik özelliklerinin kiminde azken kiminde daha çok bulunması gibi, bu da bir çeşit spektrum olsa gerek. Ben küçükken, tavuklarını kovalıyor diye köpeğimi zehirleyen (muhtemelen bir insanı zehirlemeyi düşünmeyecek) kişi kadar acımasız bir yerde de olabilir; daha üstü kapalı ve zararsız da görünebilir. Bu nedenle aşırıya kaçmadığı noktada fark etmiyoruz bunu ve normalleştiriyoruz. Oysaki en dipteki düşünce aynı: insanın kendini bu dünyanın sahibi sanması.
“Hiçbir şeyden daha çok değilim, bir taş da en az benim kadar var” diyen Eren Boz gibi düşünmüyor herkes.
Keşke düşünse.
Not: Descartes, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken şu tarz düşünceleri kastetmiyordu sanırım. O zaman sözü Sibel Can’a devrederek bitirelim.
Seviyor, Sevmiyor, Seviyor…
“Dürüst olmak gerekirse, nasıl ki bazı insanlara kendimizi daha yakın hissediyorsak ben de bazı kedilere karşı kendimi daha yakın hissediyorum.”
Yazı:
Son yıllarda gerek arkadaşlarımın kedi sahiplenmesi gerekse bizim kedi sahiplenmemiz, beni kedilere ve onların yaşamına daha meraklı biri haline getirdi. Bu da bana sıklıkla kullanılan “Ah şimdi kedi olup, şu köşede kıvrılmak vardı” ve “Kedi gibi nankör.” sözlerini hatırlattı. Zavallı kedicikler acaba ne zaman nankör ve rahatına düşkün olarak yaftalanmaya başladı bilmiyorum ama geçtiğimiz hafta bitirdiğim “Kediler ve Zen “ kitabından öğrendiğim kadarıyla kedilerle sandığımızdan çok daha fazla ortak noktamız var.
Kediler de insanlar gibi aynı olay karşısında farkı tepki verebiliyor. Yeni bir ortama ilk defa girdiklerinde çok utangaç davranan kediler de var, ilgi çekmek için etrafı dağıtan kediler de. Tüm bu benzerliklerin yanında kedilerde olmayıp bizde olan şeyse kedilerin kendilerini ya da başkalarını biz insanlar gibi sert bir şekilde yargılamamaları. Bunun da temelinde kedilerin insanlar gibi karmaşık duygulara sahip olmamaları yatar. Yani en azından “Kediler ve Zen” kitabında böyle söylüyor. Dürüst olmak gerekirse, nasıl ki bazı insanlara kendimizi daha yakın hissediyorsak ben de bazı kedilere karşı kendim daha yakın hissediyorum. Hatta bazı kedilerden korkuyorum. Fakat kanımın kaynadığı bir kedi bulup sevince de adeta mutluluk hormonumun seviyesi artıyor. Kitabı okurken fark ettim ki bu hisle kaliteli bir sohbetin insanda bıraktığı hisler temelde birbirini çağrıştırıyor: şefkat, huzur.
🐈⬛🐈🐈⬛🐈🐈⬛🐈🐈⬛🐈🐈⬛🐈🐈⬛🐈
Ve yine ne gariptir ki birçok insan ve birçok kedi söz konusu ihtiyaçları olduğunda daha ilgili ve sıcak davranıyor. Hal böyle olunca insan “Acaba beni seviyor mu yoksa sadece onun işine yaradığım için mi benimle iletişim halinde?” diye sormadan edemiyor. Bu da beraberinde “Eğer sadece işine yaradığım için benimle iletişim halindeyse o zaman beni hiçbir zaman sevmemiş.” düşüncesini zehirli bir ok gibi düşürüyor insanın kalbine. Sonrası da zaten malum çık işin içinden çıkabilirsen. Sahi çıkılır mı bu işin içinden? Sevilmemek, sevilmemiş olmak neden korkutuyor bizi? Bizi diyerek genelleme yapıyorum ama umarım yalnız değilimdir :) Ara sıra böyle korkuları hepimiz yaşıyoruzdur diye düşünmek istiyorum. Bu sorunun genel bir cevabı var mıdır bilmiyorum ama kendi adıma ben ileride yalnız kalmaktan ürktüğüm için hiç sevilmemiş olma korkusu taşıyorum. Daha doğrusu yeni yeni korkmaya başladım. Elini güvenle tutabileceğim, omzunda ağlayabileceğim, çılgınlarca dans edebileceğim birini bulamazsam ne olur? Eğer çok seviyorsam onun da beni çok sevdiğine nasıl inanırım? İnanın bilmiyorum, bu sorularım hiçbirine net bir cevap veremem.
Sanırım en doğrusu kedilerin karmaşık düşünemedikleri için hızlı aksiyona geçmeleri ve deneyime açık olmasından da yola çıkarak, denemeden bilemeyeceğimizi kabul etmek. Ve en önemlisi kendimizle sağlıklı bir ilişki kurabilmek. Kendiyle sağlıklı bir ilişki kuramayan bireyin sağlıklı bir ilişki kurması çok da olası değil. İnsan ancak kendiyle kurduğu sağlıklı ilişkiden aldığı özgüven ve enerjiyle ışıldamaya devam edebilir. Siz ne dersiniz?
Bu hafta insanları ve sevgilerini sorguladık. Kedilere mi benzeriz, zeytin ağaçlarının tırnağı bile olamaz mıyız, acaba şempanzeleri de sever miyiz diye kendimize sorduk. Sorularımız sizde yanıtlat bulduysa Substack’te ve Instagram’da sohbete bekleriz.
Haftaya sevme işini iyice parçalayacağız, gündemde ilişkiler var.
💌 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz.
Kendinizi sevmeyi unutmayın!
Merve