Selam gençler!
Nasılsınız? Her şey yolunda mı? Benim yolunda ama inanılmaz bir yoğunlukta çalışıyorum. Keyfim yerinde ama yaz nasıl geçiyor anlamıyorum. Her sabah, aynı güne uyandığımı hissetmemek için hayatıma küçük farklılıklar, oyunlar eklemeye çalışıyorum. Rutin ve spontanelik arasındaki dengeyi kurmaya çalışıyorum. Şu an hem yoğun bir şekilde tam zamanlı çalışıyorum hem de freelance işlerime devam ediyorum/ etmeye çalışıyorum. Çalışmak… Bu hafta konumuz da bu.
Yakında yeni sezonu yayımlanacak Emily in Paris’in ilk bölümlerinden birinde Luc, Emily’e şunu demişti:
“Siz Amerika’lıların yanlış dengeyi tutturduğunu düşünüyorum. Siz çalışmak için yaşıyorsunuz, biz ise yaşamak için çalışıyoruz.”
Peki çok severek yaptığın iş, en çok ilgi duyduğun şey bir anda mesleğin olursa ne oluyor? Orada hatlar biraz karışıyor. Çoğu işte iyi şeyler başarabilmek için, ne olursa olsun, durmak, dinlenmek, başka insanlarla etkileşime geçmek gerekiyor.
Hayatı yaşamak, deneyimlemek, gözlemlemek, başkalarını dinlemek besliyor. Bu da hayatının her yerine çok güzel dokunuyor.
Tamam bir soru daha: Peki yaşamak için çalıştığında verilen maaş yaşamana yetmiyorsa? O zaman ne yapıyoruz?
Türk-İş’in Temmuz 2024 verilerine göre dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı, 19.234 TL’ya yükseldi. Yani açlık sınırı, net 17 bin 2 lira 12 kuruş olan asgari ücretten yaklaşık 2 bin 232 TL daha yüksek. Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyetini ise 24.901 TL olarak belirlemiş Türk-İş.
Ruuf’un paylaştığı verilere göre, mesela İstanbul’da “Ocak 2024 itibarıyla konut büyüklüğü 100 metrekare olan aynı özelliklere sahip kiralık bir konutun ortalama kirası 18.226 ₺’dir.” Haydaa. En düşük kira ortalaması ile 12.327 TL ile Silivri’de gözüküyor.
Ben sayısalcı değilimdir ama sanki oradaki matematik tam tutmuyor gibi (!)
Peki o zaman bu hafta 20’likte ne var?
Bu hafta 20’likte çalışmak istememek, başka yerlerde farklı hayatlar kurmak ve ‘yarınlar yokmuş gibi’ yaşamak üzerine yazılarımız var.
💸 Merve, gençlerin harcama alışkanlıklarının yargılanması üzerine yazıyor.
🏝️ Kardelen, sayfiye alanlarına taşınma hayalinden bahsediyor.
🛌 Hatice, ‘tembellik hakkımız yok mu?’ diye soruyor.
O zaman çalışın çalışın,
Başlıyoruz.
Çok sevgiler,
Yasmin
Yarınlar Yokmuş Gibi
Gençler para biriktirmeyi mi bilmiyor yoksa bu işte bir iş mi var?
Yazı:
Hayat döngüsünün bir parçası sanırım, kendinizden 8+ yaş (şüpheli) küçük kişilerin harcama alışkanlıklarını ve maddi kararlarını beğenmemek zorundasınız. Bu güncelleme sisteme ne zaman geliyor bilmiyorum, ama 24 yaşımda 16 yaşındaki liseli gençlerin sırt çantasına harcadığı parayı yargılamaya oturduğumu hatırlıyorum. Çalışma hayatımın ilk yıllarında ne annemin ne halamın ekonomik kararlarımı takdir etmediği de dün gibi gözlerimin önünde. İlk maaşım 2,500 TL idi, Kadıköy’deki evimizin kirası ise 2,200 TL. Bu eve iyi kötü eşyalar almak, faturaları ödemek, mecburen beslenmek gerekiyordu. Ev arkadaşlarım ve ben bir şekilde geçiniyorduk ama para yönetme biçimimizi de bir türlü kimselere beğendiremiyorduk. Dijital mecralarda da çok konuşuldu, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada gençler harcama alışkanlıklarıyla kimseyi memnun edemiyor. Peki sorun sahiden gençlerde ve para harcadıkları ice-lattelerde mi?
Söz konusu birikimler olunca ekonomistler ve sosyal bilimciler iki ayrı tanım yapıyor. Ekonomistler diyor ki, birikim insanların fazla paralarını, hatta gözden çıkarabildikleri kaynaklarını köşeye koymalarıdır. Sosyal bilimciler ise birikim insanların beklenemez gelecek olaylarına karşı tedbir alma biçimidir, kendimizi güvende hissetmek için biriktiririz diyor. Psikoloji alanından araştırmacılar insanların para biriktirme alışkanlıklarına bakarken çok önemli trendler fark etmiş. Kişilerin yaşları, sağlık durumları, aile veya birey olarak birikim yapmaları, eğitimleri, ırkları - yani birçok parametre birikim trendlerini etkiliyormuş. Ancak ortaklaşan bazı durumlar da var, örneğin ev almak veya erken emekli olmak gibi büyük bir hedefi olanlar daha istikrarlı bir birikim grafiğine sahip.
Türkiye’de hayat pahalı, istihdamdaki az sayıda genç asgari ücret ve biraz üstünde gelire sahip. Bolca dalgalanan enflasyon ortalama bir insanın finansal planlama becerilerini köreltiyor. Benim için bu bilinenlerden öte bir de sistemik bir mesele var ki o da geleceğe dair umutsuzluk. Tanıdığım tüm ebeveynler çocuklarının süslü cafelerde badem sütlü kahvelere verdiği paradan şikayetçi ancak tanıdığım tüm gençler de yemeden içmeden kısarak kayda değer bir yatırım yapamayacağından bahsetmekte. Ne yazık ki memleketimde lükslerden vazgeçerek ilerleyen yılları garantiye alacak bir yatırım yapmak imkansız.
Sanıyorum herkes sessizce piyangonun onlara vurmasını bekliyor.
Mutlaka sosyal medyada denk gelmişsinizdir, yurtdışında emekli insanları çevirip ilk evlerinin fiyatını soruyorlar, sonra da o yıllarda aldıkları maaşları. Özellikle Amerika verileri ilginç, 50’li yıllarda doğup 70’lerde iş hayatına atılmış bir kişi 2-3 maaşlık geliriyle ilk evini alabilmiş. Şimdilerde yalnızca ev fiyatlarını zıplatan bir emlak kriziyle karşı karşıya değiliz, aynı zamanda ufak masraflar karşısında hızla eriyen gelirlere de şahit oluyoruz. Ücretsiz staj döngülerinden kurtulup maaşlı bir iş bulduğunuzda bile finansal istikrar elde etmiş olmuyorsunuz.
Sınıflar arası gelir farkının hızla açıldığı bu geç kapitalizm döneminde kültürel bir yozlaşmanın da kurbanları haline geldik. Mikro pazarlama denen meret hayatımızın her alanına sızmış halde, influencelandıkça influencelanıyoruz. Bir anda hepimiz hyaluronic asit serumu olmadan yaşayamaz olduk. Her iki ayda bir almak zorunda hissettiğimiz yeni bir ayakkabı türüyor, seneyi tatilsiz kapamak zorumuza gidiyor. Elimdeki küçük ekran her saniye bana bağırıyor: “Herkes tatilde, herkes o ayakkabıyı giyiyor, herkes yeni telefon almış, o ruju sürsen pek güzel olursun, …”
Şüphesiz bizde bir sıkıntı var. Hiçbir zaman savaş gölgesinde büyümüş babaannem gibi cildimin her derdini vazelinle çözmeye çalışmayacağım, girdiğim işlerde iyi gözükmek için hızlı modaya para dökeceğim, arada bir “treat yourself!” hop tatile kaçacağım. Ancak tek sıkıntı bizde değil. Avrupa’da 30’larına gelmiş ve işi olan bir kişi ev kredisiyle ilk evini almaya hazırlanıyor, hazırlık sürecinde daha az dışarıda yiyor, daha az “kendini şımartıyor”. Ev kredisini aldığında ise kirasına yakın taksitlerle karşılaşıyor. Pekala Avrupalı gençler ebeveynlerinin 5 yılda ödeyip bitirdiği ev kredilerini 30 yıl sırtlarında taşımak zorundalar, ama tünelin ucunda bir ışık var. Türkiye’de çalıştığım yıllar boyunca hiç ev alma umudum olmadı, ev almayı geçtim olası bir depremde ayakta kalacak bir binada ev kiralamak bile hayaldi çoğu zaman.
Hayat pahalılığı bu noktalara gelmişken ve işsizlik tüm zamanların en yüksek oranlarını kucaklarken, gençlerin birikim yapmaması ne kadar onların suçu? Yarınlar yokmuş gibi hergün karton bardaklı kahve içmesek olur mu? Olur! Ama elde kalan parayı kumbarada biriktirsek yeridir…
Şehrin İçinde, Kaçışın Peşinde
Sayfiye yerleri bizi bekler…
Yazı:
Beyaz yakalı olmanın artık bir öneminin kalmadığı şu son yıllarda, beyaz yakalı bir insan olarak şehirde hayatın ne kadar yaşanabilir olduğunu sorguluyorum, belki de birçoğunuz gibi. Özellikle işe gitmenin zorluğunu iliklerime kadar hissettiğim şu sımsıcak yaz günlerinde bacaklarıma yapışmış pantolonların ve resmi anlarda pek de kendim gibi hissetmediğim kıyafetlerin içindeyken sorgulamalarım artıyor.
Denize paralel olmayı, yasemin çiçeğinin altında oturmayı, meyvelerin kokusunu çok seven biri olarak yazlıkçı modunu ve dolayısıyla sayfiye alanlarını aşırı seviyorum. Sulara kendini bırakmak, okey taşlarının sesini duymak, çeşit çeşit tercih arasından hep aynı dondurmayı seçmek, öğünleri karpuzla tamamlamak dururken; yetişmek için hızlı adımlarla yürümeye başladığım günü, bilmem kaç katlı binaların içinde sırtım ağrıyana kadar bilgisayar karşısında tamamlamak akıl işi gelmiyor. Fakat aklıma yatmamasına rağmen durumu sürdürmeye devam ediyorum. Çünkü beyaz yakalı olarak sayfiye yerlerinde çalışmamın hala mümkün olmadığını, işi bırakıp sahil kenarlarında kendime hayat kuracak kadar finansmanımın el vermediğini maalesef ki biliyorum.
Alıp Başını Gidemeyenler
Türkiye’nin tarihsel sürecine bakıldığında, kırsal kesimlerden kentlere göçün yoğun olarak yaşandığı ve dolayısıyla kırsaldaki işlerin durma noktasına neredeyse geldiği dönemlerin yaşandığı biliniyor.
Pandemi ile ekonomik krizin birleşmesi sebebiyle artan ev kiraları ve sonrasındaki barınma krizi; kentte yaşayanların ekonomik olarak daha uygun kentlere ya da kırsala taşındığı, yaşadığı kenti değiştirme olanağı olmayan ve merkezde yaşayan kesimin ise çevre ilçelere yerleşmeye başladığı biliniyor. Kenti terk edip kırsala taşınan kişilerle yapılan röportajlar güzel tablolar sunuyor. Her biri “kendisini daha iyi hissettiğini” belirtiyor. İstanbul’dan kaçanların sayıları hesaplanıyor, TÜİK bile sonuçlara şaşırıyor, kaçılsa da çevre şehirlerden pek de uzağa gidildiği gözlemlenemiyor. Bu araştırmalara ek olarak 20’likte şehir hayatını bırakan, inci kolyesiyle bahçesinde cevizini yetiştiren, işlerini kendine göre ayarlayıp sistemin çarkından çıkan çokça genç insanın hikayesi bulunuyor. Hepsini hayranlıkla okuyor, o arada hayallerimi kuruyorum.
Aklım hep yazlık yerlere giderken ben muhtemelen büyük bir kentte, bir yerlerde oluyorum. Belki kendi kendime bir bahçeyi ekebilecek isteğe ve yetkiye henüz sahip değilim fakat mesleğimi değiştirmeden, soba için odun toplamayı romantize etmeden, tamamıyla organik bir yaşama kendimi sıkıştırmadan metropollerden uzaklaşıp istediğim yerlerde yaşayabilme muhteşemliğinin neden hala mümkün olmadığını da anlayabilmiş değilim. Ya da edinilen statüleri bir kenara bırakma zorunluluğu olmadan, görece daha doğal bir hayat yaşama fikrinin kabul görmekte zorlanıldığını, edinilen “başarıları” bırakıp tamamıyla kendi istediğine yönelmenin korkutucu bulunduğunu anlayamıyorum. Birçok beyaz yakalı, İstanbul’dan taşınma hayalini kafasında her gün yeniden tasarlarken sıkışıp kalma döngüsünden de bir türlü çıkamıyor. Her şeyin bilgisayarla telefonla tabletle hallolabildiği -en azından sosyal bilimler alanında çalışanlar için diyeyim- küresel bir çağda fiziki mekanlara hala bağlı olmak ne kadar doğru?
Aldığımız maaşın metropolde hayatta kalmaya anca yettiği günler geçirirken ömrümüzden bir yazın daha bittiğinin farkına varmak haliyle tatsız oluyor. Bu yazıda vurgulamak istediğim Mandıra Filozofu filmindeki başrolün seçtiği yaşam biçimi değil, seçebilme özgürlüğü. Bitirdiğimiz okullar, yaptığımız işler bize bir statü sunarken o statülerin artılarını da hayatımıza verebilmeli. Sıkışıp kaldığımız rutin içerisinden çıkamadıktan sonra ne manevi ne de maddi statülerin bir faydası olmuyor ne yazık ki.
Kısacası; sayfiye yerlerde kendi mesleğimi yapabilmenin yollarını Google’da, mesleği bırakabilme gücümü içimde arıyorum. Bizi tek bir kentte yaşam kurmaya mecbur bırakan sistemi anlamıyor, kentten göç edip fiziki mekanlardan bağımsız çalışabilen insanlara seviniyorum.
Ben çalışmak istemiyorum ya
İpteki peynire tutulmak, peyniri kovalamayı bırakmak
Yazı:
“I was looking for a job and then I found a job, and heaven knows I'm miserable now.” (iş arıyordum, sonra iş buldum ve şimdi tanrı şahidim, çok mutsuzum) diyerek zamanında 20’li yaşların en içten ağıdını yakan Morrissey, bizim de çok iyi bildiğimiz bir şeyi biliyordu.
Bir iş sahibi olmak bazen işsiz olmaktan daha perişan ediyordu insanı.
Ekonomik bağımsızlığı, çocukluktan kalan hayalleri, çıkılacak basamakların şanını göz ardı etmek imkansız. Yanında sürükleyip getirdiği diğer gerçekleri de: Sömürünün bir kültür olduğu ajansları, cebinde akrep gezdiren patronları, yenmedik hak bırakmayan iş verenleri, maaşın uçup gittiği ay ortalarını…
Tüm bunların üstünde durma yeri bugün burası değil. Şimdi gözümüzü çevireceğimiz nokta: ‘Ben çalışmak istemiyorum ya,’ diyen ve susmayı bilmeyen iç sesimiz.
Bunu söyleyebilmek, daha doğrusu o sesin orada olduğunu duyabilmek benim senelerimi aldı. Üniversitenin ilk yılından itibaren iş peşinde koşan bir öğrenci olmak, ineklemenin son raddine erişmek ve günün sonunda sadece dağ tepe dolaşıp resim yapmak isteyen birine dönüşmek… Bu hikayenin bu yöne gideceğine hiç inanmazdım.
‘Oku, çalış, kendi paranı kazan, bağımsız ol’ denilerek büyütülmüş hiçbir insanın da bu iç sesi kolay kolay duyabileceğini sanmıyorum.
İdeallere giden yol bir kenarda hep duruyor zaten. Peki ya o yoldaki basamaklar bize uymuyorsa? Ya hayallerin sonu mutluluk değil yıkım getiriyorsa?
Fransız devrimci yazar Paul Lafargue 1880'de yazdığı "Tembellik Hakkı" (The Right to Be Lazy) isimli kitabında bizim tembellik dediğimiz şeyi bir hak olarak görüyor. Lafargue, çalışmanın insan doğasına aykırı olduğunu ve insanların daha az çalışarak daha mutlu ve sağlıklı olabileceğini savunuyor. Günün sonunda toplumsal refahı ve mutluluğu da yeterli düzeyde tembelliğin getireceğine inanıyor.
Şimdilerde bizi bir hayli kıskandıran Avrupa’dan haberler köşesinde, çalışma saatlerinin ve günlerinin giderek kısaltıldığı haberleri de bu tembellik hakkını gözetir ve destekler görünüyor.
O sırada bizim önümüzde bir ipe bağlanmış peynir, biz peynirin peşinden koştururken birileri ipi dalga geçer gibi kendine çekiyor. Koşup harab olsak da, şarap ve peynir yapamıyoruz. Her zamankinden çok çalışıyor, belki rakamsal olarak çok kazanıyor, ama kazandığımızla hiçbir şey alamıyoruz.
İş sahibi olmak, maddi bir güvence sağlıyor gibi görünse de, çoğu zaman bizi kendi yaşamımızdan koparıyor. Oysa günün sonunda yaşamın bütün meselesi; öğlen uykusuna yatabilmek, kendine tasasızca ve acelesizce yemekler hazırlayabilmek, ağaçları ve kuş seslerini fark edebilmek ve bunu yılda iki haftaya sıkıştırmadan yapabilmektir.
Tabii bu mesele, modern yaşamın beklentileriyle derin bir çelişki içinde. Morrissey’in dizelerinde yankılanan mutsuzluk, belki de bu ikilemin en çarpıcı ifadesi.
Tembellik, bu bağlamda, pasif bir eylemsizlikten çok daha fazlası. Tembellik hakkı, bireyin kendi varoluşuna ve doğasına saygı göstermesi demek.
Daha az çalışmak, daha fazla yaşamak demek.
Evini açmaya, hayatını, karın ağrılarını paylaşmaya istekli gençler arıyoruz! Sizinle yaşam durumunuz, mesleğiniz/okuduğunuz bölüm, iş durumunuz, sosyal hayatınız, en zorlandığınız ve en sevdiğiniz şeyler üzerine konuşmak istiyoruz.
Karın ağrılarımız az çok ortak, bunları dile getirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz.
Kısa videolardan oluşacak bu seride ev arkadaşları ile yaşayan, tek yaşayan, sevgilisi/eşi ile yaşayan, ailesi ile yaşayan insanlarla konuşmak istiyoruz!
Bizimle hikayenizi paylaşmak ve kısa bir video serisinin parçası olmak için lütfen bu formu doldurun. Sizinle iletişime geçeceğiz <3
✏️ Bu hafta Newslab desteği ile hazırladığımız bültende çalışmak üzerine yazılar paylaştık.
🏠Haftaya odağımız barınmak. Nerede, kimle, nasıl yaşıyoruz?
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya görüşmek üzere diyelim mi? ✨
Şerefe!
💕 Yasmin 💕