n|asıl sosyalleşiyoruz?
ev genci paketimizde bu hafta odağımız sosyalleşmek ve sokaklarda var olmak üzerine.
Selam gençler!
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Benim ya dişimde bir problem var, ya da çenemi çok sıkıyorum. Emin değilim ama merak etmeyin cevabı bulunca ilk size haber vereceğim… Bu hafta neler oldu hayatınızda? O !!!Süper Mavi Ay!!! olayı vardı, etkilendiniz mi? Ben çok astroloji insanı değildim ama biraz içli dışlı oldum bu konularla. Süper Mavi Ay beni etkiledi mi? Emin değilim.
Bu aralar birkaç şeyden emin değilim. Doğrusu üzerine düşünüp emin olabileceğim bir yerde de değilim. O yüzden akışına bıraktım — bırakmaya çalışıyorum.
Birkaç hayat dersi ve özlü söz ile başlayayım. Bu hafta iş çok fazla ve yoğun geldiğinde, kocaman yutulamayacak bir lokma gibi boğazıma takıldığında babam bana şunu söyledi: “Problemin çözümü kolaydır, sen onu büyütmedikçe.”
Sonra buna benzer bir sözün Süleyman Demirel versiyonunu hatırladım.
“Eğer meseleleri mesele etmezseniz, ortada bir mesele kalmaz!”
Bunu gen z-leştirip dedim ki “I’ll get it done, but I will cry about it first.”
Yani ‘hallederim ama ilk bununla ilgili biraz ağlarım.’
Neden? Çünkü duygulara her zaman yer var, sadece duyguların sizi ele geçirmesine ve kitlemesine izin vermemek lazım.
Tabii sonra da dünyada en sevdiğim insanlardan biri olan canım Mina’nın, hem bana söylediği sözünü hatırladım: “It’s not that deep,” yani “o kadar derin değil.” Değil. Abartmaya gerek yok. Hayat kurtarmıyoruz sonuçta. Neyse bende durumlar böyle. Konuya girmeden önce ikonik iki parça paylaşıyorum:
Artık hangisi modunuza daha uygunsa…
Bu hafta nelerimiz var?
Çalışmak dedik, barınmak dedik, şimdi de sosyalleşmek diyoruz. Ne okulda, ne işte olduğu düşünülen bu ‘ev’ gençleri, sokaklarda da mı değil? Sosyalleşmek, flörtleşmek, yeni insanlar ile tanışmak, boğaza sandalyelerini çekip bira-çerez keyfi yapmak, bir barda hoşlandığı kişiye bir içki ısmarlamak , randevuya çıkarırken sinema biletlerini almak, güzel manzaralara bakmak isteyen bu gençler ekonomik düzenimizde sosyal hayatlarına nasıl devam ediyorlar? Edebiliyorlar mı?
🌟Büge Erel soruyor: sosyalleşme düşmanımız olmadan, arkadaşımız olarak kalmaya devam edebilir mi?
🏠Bensu Cangüler, giderek evde daha çok vakit geçirmeye meyilli olduğu bir sosyallikten bahsediyor.
🏝️Kumru Karataş, sokağa çıktığımızda gördüğümüz şeyin bizi mutlu edip etmemesini, ada ve azmanbüs örneğinden işliyor.
O zaman hepinize iyi okumalar <3
Küçük bir hatırlatma: çenenizi sıkmayın ve bol su için,
Sevgiler,
Yasmin
Sosyalleşmenin (Dolaylı) Bedeli
Bireysel huzurumdan ödediğim bedeli de taksitlendirebiliyor muyum?
Yazı: Büge Erel
Türkiye’nin değişen ekonomik koşulları sosyal davranışlarımız ve beklentilerimizi yakından etkilemekte. Dolayısıyla dışarı çıkalım ya da çıkmayalım sosyalleşme eğilimlerimiz de değişime uğramaya mecbur bırakıyor. Belki ilk akla gelen, sosyal çevremizle zaman geçirip, bir nebze olsun keyif alabilmek adına bütçemizden ne gibi bir bedel ayırmamız gerektiğini sorgulamak olacak ama ben bir de başka bir perspektiften bakalım istiyorum.
Gelin, bunu bir adım daha öteye taşıyalım.
Artan yaşam maliyetleri ve ekonomik zorlukların, geniş kapsamlı sosyal etkinliklere katılımı da zorlaştırdığını görüyoruz; TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre, 2022 yılında sosyal katılım oranı %15 oranında azalmış. Alternatif olarak daha küçük gruplar halinde programlar yapıldığını, daha az sıklıkla görüşüldüğünü ve sosyal medyanın sunduğu imkanlarla sosyalleşmenin arttığını görmek mümkün. Eh, bunları zaten biliyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya dolaylı yoldan sosyalleşme tercihlerimiz için “ödediğimiz” bedeller neler olabilir? Diğer bir çok “gerekliliğe” olduğu gibi sosyalleşme de organik halini bırakıp, zorlu ekonomik koşullar altında şekil değiştirdikçe, “eskisi kadar faydalı olabilme” vagonundan kovulmuş olabilir mi?
Çok önceden plan yapmak durumunda kaldıkça; kendimize stres yaratabiliyoruz. Program yapabilmek uğruna kendimize ve çevremize yaptığımız açıklamalar da cabası. Eh, bunların bir sonucu olmalı.
Öncelikler ve beklentiler değişti. Artık, ekonomik koşullara uyum sağlamak için sadece bütçemizden bir ödünde bulunmak yeterli olmuyor; sosyalleşme biçimlerinden de ödün vermek zorunda kalabiliyoruz.
Örneğin;
Stres atmak için mi sosyalleşmeyi tercih ediyorum? Farkında olmadan, nadir olarak ayarlayabildiğimi bildiğim planlar üzerine kafa patlatırken, kendime yeni stres yolları yaratıyor olabilirim.
Spontane program yapabilmekten mi hoşlanıyorum? Sıkışık ajandalar ve bütçe yönetim planları sebebiyle, önceden program yapmak durumunda kalabilirim.
Kendimi önceliklendirmek, biraz keyifli zaman geçirmek mi istiyorum? Yaptığım seçimleri makul ölçeklere sığdırmak adına açıklamalar yaparken bulabilirim.
Özetle, ekonomik açıdan maruz kaldığım etkiler sonucunda, öngöremediğim şekilde, kendi tercihlerimden uzak durumlarda bulabiliyoruz kendimizi. Bu durumun da bariz şekilde “strese” sebep olacağını tahmin edebiliriz. Sanki bir sorumluluk yerine getirir gibi, bir görevi yerine getirmek gibi “planlanan” ve hatta önceliklendirilen sosyalleşmeleri; eskisi kadar faydalı olabileceği ise büyüyen bir soru işareti.
İlk aklıma gelen; sürecin doğal olarak gelişmesinden uzaklaşıp, daha planlı ve önceden tasarlanan bir hal alması oluyor, sanırım. Fazla değil en fazla 5 sene öncesinde sosyalleşme seçenekleri arasında çok daha doğal bir seçim yapabiliyorduk; neyi gerçekten istediğimiz, neyi önceliklendirdiğim daha az parametreye bağlı oluyordu ve bir karara ulaşmak sadece daha kolay değil, aynı zamanda daha doğaldı da. O anın kararları üzerinde, baskıdan uzak bir karar mekanizması işliyordu. Bugün örneğin; bir karar vermem gerektiğinde farklı seçenekleri göz önünde bulundurup, hakkettiğime inandığım bir tatil mi, yoksa aylardır kendime hep söz verdiğim o yatırım planlarına başlamak mı soruları çok daha fazla elekten geçmek durumunda.
Beklentilere gelince; sosyalleşilen etkinlikler azaldıkça, nadir olan bu anlarla daha fazla duyguyla ilişkilendiriliyor. Bir nevi daha riskli seçimlerin yapıldığı bir kumar oyunu gibi. Dolayısıyla işin heyecanı da baskısı da artıyor. Uzun süre istenildiği gibi sosyalleşemeyen kişi; tek bir etkinlikten çok fazla şey beklemeye başlıyor, haliyle.
Hem arkadaşlarımla iletişim kurabileyim hem biraz eğleneyim, belki yeni bir mekan keşfedeyim. Dolayısıyla kimi zaman tüm bu yoğun beklenti ve duygu akışı olumlu bir deneyime dönüşürken; mantığın saf dışı kaldığı bir plana veya beklentileri karşılamaktan uzak bir program yapmaya da sebep olabiliyor. Maslow piramidinin artık alışık olduğumuz sıralamasının tersine, bazı temel ihtiyaçlarımı karşılayamadan, makul olmayan tatiller yaparken bulabiliyorum kendimi.
Tam da bu sebepten; şu sorunun önemi gittikçe artıyor: “Gerçekten ben mi istiyorum yoksa, çok iş & kısıtlı program yapabilme imkanından dolayı katılmasam, uzun süre yapamayız baskısından mı dahil oluyorum bu programa?”
Son olarak, yaptığımız seçimlerle ilgili, sonrasında kendime veya çevreme yapmak durumunda kaldığım açıklamaları da biraz daha konuşulabilir hale getirelim istiyorum. Herkes için zorlaşan çalışma ve hayat şartları, eskiden çok daha makul gözüken sosyal etkinlikler, erişilebilirlikten uzaklaştıkça, bunu neden tercih ettiğimize yönelik yönettiğimiz “benim seçimlerim” ve “neden bunu seçtim” i sadece öncesinde değil, sosyalleşme sonrasında da birkaç kez açıklamak durumunda bırakabiliyor kişiyi. Her şey artık yeterince hakedilmeli, bolca paylaşılmalı ve absürt durum sanki açıklanmalıymışçasına… Böylece çizmemiz gereken sınırlar, bireysel seçimlerimiz konusundan teste sunularak, kendi önemini bir kez daha hatırlatıyor.
Bana kalırsa; doğal akışına döndükçe, sosyalleşmenin kalitesi eski haline göre çok daha iyi bir yere dahi gelebilir. Fakat yine de değişen süreçlere adapte olabilmek adına, merkeze alınması gereken kişinin kendi istek ve önceliklerini tanıyıp, buna göre bir etkinliklere katılımı önceliklendirmesi.
Ekonomik zorluklara rağmen insanların sosyalleşmeye devam etme çabaları, kim bilir belki de bir uyum sürecinin işaretidir. Bu durum, değişen koşullara rağmen sosyalleşme düşmanımız olmadan yaşamayı öğrenme süreci olabilir. Kendi önceliklerimizi doğru anlamlandırmak ve bunlara bağlı kalırken esnekliğimizi korumak, önümüzdeki dönemlerde ekonomik zorlukların üzerinde yükselebilmenin yolu olmak konusunda önemli bir etken olacak. Tüm bu değişimler sonucunda bir günlük hayat inşa etmek, farkındalıkla düzenleyebileceğimiz bir geleceğin başlangıcını işaret ediyor olabilir. En azından, umuyoruz ki öyledir!
Biz eski toplumsal özgürlüğümüzü geri kazanabileceğimiz günleri hayal etmekten vazgeçmeleyim tabii; ama kim bilir, bu süreçten bireysel olarak tahmin ettiğimizden daha da güçlenerek çıkarız belki.
Carrie’nin sorusunu bir tık öteye taşıyoruz: Sosyalleşme düşmanımız olmadan, arkadaşımız olarak kalmaya devam edebilir mi? Ve biz bu denklemde kendi önceliklerimize bağlı ve mental esnekliğimizi koruyarak var olabilecek miyiz?
Cüzdanıma bakana kadar eğleniyordum : Sosyalleşememenin ardındaki ekonomik nedenler
Hem psikolojimizi hem de cebimizi yoran yeni dünya ekonomisi hayatımızı nasıl değiştiriyor?
Yazı:
Geçenlerde evde yaptığım kahvenin tadının daha güzel olduğuna kendimi inandırmaya çalışırken sonunda kontrolüm dışındaki bu fiyat artışlarına yenik düştüğümü kabul ettim. Bugüne kadar kısıtlı sosyalleşme biçimlerimi korumak için ‘’ya bi kahvem var ona da veririm kaç olursa’’ diyerek hayat pahalılığını görmezden geliyordum. Dışarıda bir yemeğe ya da kahveye servet dökemem diyen pek çok yaşıtımın aksine ben hala ekonomik olarak kemer sıkmanın karşısında durmaya çalışıyordum.
Sonunda benim de kalem yıkıldı. İstanbul’dan uzak kaldığım birkaç aydan sonra artan fiyatlarla yüzleşince küçük bir şok yaşadım. Her şeyin fiyatı enflasyonun da ötesinde bir fazlalık içeriyordu. Her şeye ödediğim yüksek ücretler yüzünden kendimi sanki biraz ‘’keyif almaya zorluyormuş’’ gibi hissettim. Mental sağlığım için bir kahve ya da yemeğe fazla para ödemek çoktan lüks olmuştu. Sanırım ben de artık evim güzel evim insanı olmaya doğru itiliyordum.
Sosyalleşmek dediğimizde, ruh sağlığımıza da iyi gelen aktiviteler bütününden bahsediyoruz. Sosyalleşmenin içine sadece sevdiğimiz kişilerle iyi vakit geçirmek girmiyor. Bizi birbirimize bağlayan kaliteli ortamlar ve aktiviteler de giriyor. Lezzetli yemekleri paylaştığımız güzel sofralar, ‘’gel bi kahve içelim’’ diyerek dertlerimizi anlatmayı bahane ettiğimiz buluşmaların hepsinin içinde bir eşlikçi var.
Pandemiyle başlayan dönemden itibaren çoğu kişinin eski ama aslında normal olan alışkanlıklarını sürdüremediğini görüyoruz. Evlerde toplanmak samimi olsa da eski kalabalıkların neşeli seslerini de özlüyoruz. Şimdi ise artık bir virüsten değil de, cüzdanlarımıza gözünü diken ve eğlence anlayışımızı baltalayan bir pahalılıktan muzdaribiz. Bu durum ciddi bir şekilde sosyalliğimizi daha dar ve keyifsiz bir şekle sokmaya çalışıyor.
Her şeyin fiyatı banka hesaplarımızı zorlamanın da ötesinde sağlam bir şekilde sallamaya başlayınca tek bir kelime geliyor aklımıza: Tasarruf.
Uzun mesailer ve zor haftalardan sonra hala sosyalleşme biçimlerimizi cüzdanımıza göre ayarlamak zorunda kalıyoruz.
Bir epidemiyolog ve The Spirit Level kitabının ortak yazarı Kate Pickett, insanların sosyalleşmeyi göze alamamasının ciddi bir endişe kaynağı olduğunu söylüyor. “Birbirimizle olan bağlantılarımız zihinsel ve fiziksel sağlığımızın çok büyük bir bölümünü oluşturuyor” diyor. "Arkadaş sahibi olmamanın sağlığınız için sigara içmek kadar kötü olduğunu gösteren uzun vadeli çalışmalar var.’’
Eğlenemiyoruz ama bunun sebebi sadece ekonomi değil. Eğlenemiyoruz çünkü artık neyin normal olduğunu unuttuk ve hakkımız olan tüm keyifli şeylerin her gün bizden birkaç yüz metre uzaklaşmasından yorulduk. Zaten bizim olması gereken tüm bu sosyal aktiviteler için bu kadar fiziksel ve maddi çaba sarf etmek sosyalleşmenin ulaşılabilir ve zahmetsiz olmasını her gün zorlaştırıyor.
Zaman içinde sosyalleşme şekillerimizin peşinden koşarak onlara sahip çıkmaya çalışsak da artık sevdiğimiz şeyler için çabalamayı bıraktık çünkü sosyalleşmek onun için çaba sarf etmeyince güzeldi. Sosyalleşmelerin anlamı zaten yorulduğumuzda bize keyif vermesiydi. Ama ne yazık ki artık keyif aldığımız şeyleri yapmak bile bizi daha fazla çalışmaya zorluyor.
Kent Güzelliği Üzerine: ‘Büyükada Günlükleri’
Sokağa çıktığımızda gördüğümüz bizi mutlu ediyor mu?
Yazı: Kumru Karataş
İstanbul’un Adaları, tarihlerine ve güzelliklerine pek yakışmayan, dokularına uyumsuz taşıma araçlarıyla, çoğu adalının kaba bulduğu, benimsemediği dolmuşlarla mücadele halinde.
İhtiyaçlar ve işlevsellik önemlidir fakat uyum ve güzellik daha önemlidir bazen… Bu da öyle bir durum. Üstelik böyle düşünen birkaç kişi değil, ada halkının çoğunluğu. Böyleyken adalar halkı ve adaları sevenler, belediyenin konuyu gözden geçirmesi, daha hassas bir bakış açısıyla değerlendirmesi gerektiğini düşünüyor.
Ben de Büyükada’yı ziyaret edip hem olayları kendi gözümden görmek, hem de ne yalan söyleyelim, sıcak bir yaz günü adanın keyfini çıkarmaya karar verdim.
ADA YERLİSİ OLMAK
Şehirden adalara taşınanların bazıları huzur peşinde, sessizlik hayali ile taşınıyorlar. Bu adımı 2 sene önce atanlardan biri Aida Karasulu. “Çok ironiktir, buraya taşınmadan önce, burada araba yok diye düşünüp taşındık. Dedik ki şehir hayatı değil, bir kasaba hayatı var; araba yok, korna yok, kaos karmaşa yok, acele yok,” diye anlattı. Karasulu, adanın rahatlığını, denize ve ormana yakınlığını çok sevdiğini paylaştı.
Benzer bir şekilde, 3 yıldır Büyükada’da yaşayan ressam Vardal Caniş, burayı “acelesiz bir yer,” olarak tanımladı. “Telaş olmadığı için rahat bir hisle yaşamanı sağlıyor. Daha güvenilir geliyor sokağa çıkmak, burada kapınızı kilitlemeden bile dışarı çıkabiliyorsunuz, bu çok büyük bir rahatlık” dedi.
8 yıldır adada yaşayan sanatçı Aslı Çavuşoğlu, “Burada olmak bir domatesin ne kadar sürede büyüdüğü ve ne kadar su istediğine kadar birçok şeyi öğrenmemi sağladı. Böyle olunca bir şeylerin değerini daha iyi anlıyorsunuz sanırım. Burada bir pazar var, gittiğimde o kadar dikkatli alışveriş yapmaya çalışıyorum ki. Çünkü artık o sebzelerin ne kadar su ve emek istediğini biliyorum,” gibi bir yaklaşımla aslında adada yaşamanın bireyin farkındalığını değiştirdiği üzerinde durdu.
Kendisi aynı zamanda adada yaşamanın güzel taraflarından bahsederken “Sosyal çevre ve yeni insanlar tanıma açısından da çok faydası oluyor adada olmanın. Emekli İngiliz edebiyatı profesöründen tutun, 20’lerinde tasarım markası açan birine kadar pek çok kişiyle tanıştım. Hem yaş olarak hem de mesleki anlamda çok geniş bir yelpaze oluyor.” sözleriyle ada popülasyonunun çeşitliliğine dikkat çekti.
ADA VE SANAT
Vapurdan yere attığınız ilk adım ile beraber harika bir huzur ve doğayla buluşuyorsunuz burada. Bu kadar ilhamın içinde haliyle insanın aklına ilk düşenlerden biri de sanat ve eser üretimi.
Adanın sanatına, üretimine katkısının nasıl olduğu üzerine ressam Vardal Caniş, ada için “Sınırları belli bir alanın olması her şeyi kolaylaştırıyor. Burada bir şeylerin kaydını tutabilmek çok daha kolay. Buraya geldiğimde hemen buranın haritasını yapayım istedim. Adanın köpeklerini çizdim. Hep gittiğim lokasyonlar hala aynı yerde. Kadıköy’de bir kafeye gidiyorsun üç gün sonra yerinde yok. Burası kayıt tutmayı, o kaydın geçmişe dönük takibini yapmayı, dolayısıyla tarihsel bir şeyin bugünkü parçası olma halini kolaylaştırıyor. Yani aslında kentin hafızası var ve bu hafızanın belli bir ölçüde aynı kalıyor oluşu işinize de yansıyor ve kolaylaştırıyor.” dedi.
Aslı Çavuşoğlu, bu konuyla alakalı bir bilinçlenmeden bahsetti. “Burada yaşamak,beni çok daha ne tükettiğimizi bilir bir hale getirdi. O yüzden de tabii ki bu bilgi işlerime de yansıdı. Örneğin artık mümkün olduğu kadar doğada çözünebilen üretim yapmaya çalışıyorum. Hiçbir şekilde plastik ya da çözünmesi çok zaman alacak şeyler kullanmamaya çalışıyorum. Bir de mümkün olduğunca tekrar kullanılabilir şeyler üretmeye çalışıyorum.” şeklinde ifadelerle, adada yaşamanın sanatçıya getirdiği farkındalıkların üzerinde durdu.
ADA SORUNSALI: “AZMANBÜS”
Faytonların kaldırılmasının ardından toplu taşıma ihtiyacını karşılamak için getirilen bu araçların, ada halkını rahatsız eden bir diğer tarafı da tasarımları. Genel ada dokusuna ve ruhuna uymayan bu araçların hem tasarım hem büyüklük olarak gözü rahatsız etmesinin yanı sıra, fiziksel olarak yaratabileceği birtakım sorunlar hakkında kaygı duyuluyor. Adaların yollarının genişliği ile yeni minibüslerin büyüklüğü neredeyse yayaya alan bırakmayacak şekilde eşleşiyor. Dolayısıyla bu durumun olası kazalara gebe olabileceğinden endişe duyuluyor.
Adanın faytonlu zamanlarını Karasulu “Faytonlar taksi görevi görüyordu, toplu taşıma değildi. Maksimum 4 kişi alıyorlardı.” şeklinde anlattı. Ada halkının “azmanbüs” olarak adlandırdığı minibüsler hakkındaysa “yeni gelen minibüsler, şehir minibüsü, en önemlisi bu. Ulaşım ihtiyacınız varsa mini golfler ve küçük adabüsler var. Ayrıca yeni getirilen büyük minibüsler de küçük adabüsler de 13 kişi alıyor. Fakat yeni minibüsler minik adabüslerin yaklaşık 3 katı büyüklüğünde. Buraya şehir minibüsü getirirseniz, burası şehir olur. Yarın ışık da koyarlar, yaya geçidi de koyarlar.” İfadeleriyle, yeni minibüslerin problemlerinden bahsetti.
Bu gündemin sadece adanın estetik algısıyla alakalı olmadığını belirten Karasulu, ayrıca şunları ekledi; “Olay sadece “estetik” kaygısı değil. Bu araçlar küçük olsa fakat estetik olmasaydı bunun için eylem yapmazdık. Asıl problem yola sığmamaları. İki otobüs yan yana geldiği zaman geçemiyorlar. Bu minibüsleri kullanmak için İstanbul’dan metrobüs şoförleri getirdiler. Minibüslerin büyüklüğünü tahayyül etmeniz için başka ne söylenebilir ki. Bunların o kadar çok kör noktası var ki mevcut adabüsleri kullanan iett şoförlerimizin hiçbiri bu minibüsleri kullanamıyor. Birçoğunun ehliyetleri uygun değil. Burada minigolfler ve adabüslerle bile pek çok kaza yaşanırken bu kör noktası olan devasa araçlarla neler olabileceğini biz düşünmek bile istemiyoruz. Akşam eve dönerken sokakta oynayan çocuklar gördüm ve dedim ki ‘ne kadar güzel, işte ada bu,’ çocuklar sokakta oynayabilsin, insanlar bisiklete binebilsin, burası yaya öncelikli yol, burada kornaya basıyorlar. Burada en yüksek hız 20 olmak zorunda, bu araçlar 20’den hızlı gidebiliyor.”
Vardal Caniş ise adayı minibüs ile gezmek fikri hakkında “Bence özellikle turistleri; yani bir yere yetişmek için gelmemiş, adayı gezmek için gelmiş olan insanları tur otobüsüne bindirmek kadar saçma bir şey yok. 20 dakikada bütün adayı dolaşıp aynı yere bırakıyorlar insanları. Sonra onlar yine yürüyorlar zaten ama sen o otobüsünü yapınca insanlar ister istemez biniyor.” yorumunda bulundu.
Aslı Çavuşoğlu ise konuya daha geniş bir yelpazeden bakarak “Adanın yapısına, sokaklarına uymadığını düşünüyorum. Bir de “talep karşılamak için getirdik” söylemini tehlikeli buluyorum açıkçası. Şu an 60 bin ziyaretçi geldiği söyleniyor, o zaman siz bu kadar insanın ulaşımı için metrobüsler mi inşa edeceksiniz? Çünkü bu araçlar 60 bin kişi de almayacak. Dolayısıyla bu popülist söylem beni çok rahatsız ediyor.” şeklinde ifade etti.
Biz adanın tüm güzelliklerinin tadını çıkarırken yeni minibüslerin gerçekten ada estetiğine ve atmosferine hiç mi hiç uymadığı konusunda ada halkıyla hemfikir olduk. Doğası, mimarisi, sokakları ve kültürüyle İstanbul’un gözbebeği olan Prens Adaları’nın, varlıklarını olduğu gibi sürdürmesi, başta ada halkı olmak üzere birçok adaseverin endişe duyduğu problemlerin en kısa zamanda çözüme kavuşması dileğiyle…
💃🕺 Bu hafta Newslab desteği ile hazırladığımız bültende sosyallik üzerine yazılar paylaştık.
📺Haftaya yazı formatından biraz uzaklaşıp, videolar ile siz 20’liklerin hayatlarından vinyetler paylaşıyoruz.
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya görüşmek üzere diyelim mi? ✨
Şerefe!
💕 Yasmin 💕