-Mikrofon açık mı? Deneme 1-2.
Herkese selam! Bilin bakalım ben kimim?
Bilemediniz. Cevap Yasmin değil. Ben Ceren. 20’lik’in Alıp Başını Gidenler’inden ve yazarlarındanım. Artık 20’lik yazarları ara sıra bülteninize editör olarak misafir olacak. İlk misafir editör olmanın heyecanıyla yeniden selam!
Ara ara posta kutunuza ilgi çekici gündemlerle düşsek de, yeni dönemin rutin bülten başlangıcını bu maille yapıyoruz diyebiliriz. O yüzden sormadan edemeyeceğim: N’aptınız ya görüşmeyeli? Kar yağdı mı şehrinize? Twitter dili edebiyatında seviyeniz kaç çıktı? Dubai çikolatası yediniz mi? Hepsini merak ediyorum. Tabi ki ilk akla gelen sorular bunlar değil ama bu soruları sorunca herkes cevap verebiliyor. Nedeniyse popüler olması. Biz de bu bültende “popülerliği” sorguladık.
Havanın bir anda buza dönmesiyle tahmin ediyorum ki çoğunuz bu bülteni battaniye altında elinde çay/kahve ile okumaya hazır. O halde başlayalım!
Bu Hafta Nelerimiz Var?
📱Kardelen Buyurgan, sosyal medyaya verdiğimiz emeği sorguluyor.
🚃 Büge Erel soruyor, yurt dışına çıktığınızda popüler mekanları mı tercih ediyorsunuz, lokal mekanları mı?
🏃♀️Ceren Kurt Alyurt, popüler olandan koşarak uzaklaşmanın zararları hakkında sizi düşünmeye davet ediyor.
Herkese keyifli okumalar,
Ceren
Postmodern İlgi Emekçiliği: Etkileşimin 50 Tonu
Şimdi bu gerçek mi?
Yazı:
Bir dönem Twitter (X) kullanmayı bırakmış ve sonrasında günübirlik detoxlar şeklinde kullanım süremi azaltmış bir insan olarak, son zamanlarda Twitter’a ve özellikle Instagram’daki reels kültürüne aşırı derecede sarmış olduğumu fark ettim. Yaz boyu sabah rutinimin önemli bir parçası, “gerçek hayatta” da arkadaşlarım olan kişilere uygun sosyal medya içerikleri atmak olmuştu. Bu rutinim şu an görece azalmış olsa da devam etmiyor değil. Etkileşimde olduğum arkadaşlarımın zevkine uygun reels’ları ve tweet’leri tek tek bulup gönderme sonrasında, bazen sohbetini etmenin gerçek hayattan daha farklı olduğunu ve emek istediğini fark ettim.
Bir diğer fark ettiğim nokta ise, popülerleşmiş herhangi bir şeye karşı olan insanların bile sosyal medya dilinden geri durmamasıydı. Birbirimizi dürterek başladığımız sosyal medya yolculuğumuz, etkileşimin çeşitlenmesi ile nasıl bir evren yarattı? Beraber okumanın ve öğrenmenin yeri Twitter, görmenin ve izlemenin yeri Instagram mı oldu sahi?
Sosyal medyaya verilen emek
Twitter kendi kitlesine, akımına ve mizahına sahip bir platform - yaşlı değilim, platform kelimesini kullanmayı daha çok seviyorum. Toplumsal olaylarda sanal aktivizmin belki de en kilit konumunu oluşturuyor, kolektif mizah anlayışımızın temelini atıyor ve bize yeni bir dil kazandırıyor. Mükemmel bir şeye “slaaay”, abartılı ilgiye “hype” diyor; erkeklerin yaptığı saçma hareketleri “kanzi” akımıyla tiye alıyor, bir şey dilerken “777” demeyi ihmal etmiyoruz. Öte yandan; oturulan masaların sohbet konusu, ilk date’lerin kurtarıcısı ve otosansür uygulama durumunda kalabildiğimiz beğenileri görebilme özelliği sona erdirilerek Twitter kullanıcılarına sert bir darbe indirildi. Anlayacağınız Twitter bile Twitter’da kendi diliyle eleştirilebiliyor. Unutmayın, bu platformda her şey ofansif.
Aktif olarak 18-29 yaş arasının kullandığı Twitter’da yazılanlar, Instagram gibi uygulamalarda da ekran görüntüleriyle paylaşılarak yaş aralığı daha yüksek olan kişilere ulaşıyor. Tweet akışını anlık olarak görmek ise avantaj sağlıyor.
Zira Twitter’ın gündemi saatlik olarak bile değişebiliyor. O sebeple, Twitter kullanmayan kişilerin Instagram üzerinden direkt mesaj ile tweet ekran görüntüsü atmasının pek manası kalmıyor. Ancak paylaşım emeği diyerek es geçmiyoruz. Instagram’ın odak noktasını reels’lar oluşturuyor. Birbirinden farklı konularda ve konseptlerde bulabileceğiniz reels’lar, bana kalırsa gündelik hayatın abartılmış versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Tanımadığımız insanlar bizleri bir gününe davet ederek yemek tarifleri veriyor, gece/gündüz bakım rutinlerini gösteriyor. Gündelik yaşantıda açıkça konuşulmayan konular reels’lar aracılığıyla esprili bir dille ifade ediliyor.
“Hayırlı cumalar” konsepti videolar yeni bir bakış açısıyla seküler hayatlara da dahil oluyor. Oluşturulan içerikleri paylaşmaksa özenli bir çaba gerektiriyor. Mesela arkadaşınıza gönderdiğiniz esprili bir reels, diğer arkadaşınıza gönderdiğiniz bilgilendirici reels ile aynı olmuyor. Kimine burçlarla ilgili, kimine gündemle ilgili içerikler göndermek ve bu konuların hayattaki zamanını yakalamak, vereceğiniz tepki emojisini belirlemek, eğer ki içerik ‘seçmeli konsept’lerden oluşuyorsa göndereceğiniz kişinin ne seçeceğini tahmin etmek gibi çeşitli parametleri akılda tutmak, etkileştiğiniz kişiyle aranızdaki ilişkiye verdiğiniz emeği büyütüyor.
Bazen bir aşkı başlatan, bazen dostluğu pekiştiren, bazen ise istifa etmenin yolunu açan tweet’ler ve reels’lar hayatımızdan kolay kolay çıkacak gibi durmuyor.
Popüler Mekanlar mı, Lokal Deneyimler mi? Yurtdışında Ne Arıyoruz?
Cafe Kitsune’de olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.
Yazı: Büge Erel
Yeni bir ülkeye gitmeden önce hiçbir araştırma yapmadan gitmeyi savunacak değiliz tabi ki. İletişim yolları bu kadar çeşitlenmiş ve sosyal medyanın ulaşabileceği insan sayısı bu kadar gelişmişken, bunun artılarından faydalanmamak aptallık olurdu. Bizim şaşkınlığımız, her şehirde mutlaka 1-2 mekanın önünde uzayan sıralara ve sıralarda karşılaşmaya alıştığımız Türklerin sayısındaki artışa olacak. Nasıl başladı bu furya, hadi nereden bulduğumuzu anladık da (Instagram :)) neden hep aynı mekanları denemeye meyilliyiz, hangi gündelik seçimlerimize göz kırpıyor bu davranış şekilleri?
Kendimden düşünüyorum, diyelim yakın bir arkadaşımla bir yere gideceğiz; başlıyoruz sosyal medyadan birbirimize o şehirle ilgili reels’ları, görselleri atmaya. Zaten şunun şurasında 4 günümüz var kaçabilecek, istiyoruz ki birileri bizim için denemiş onaylamış olsun orayı. Amerika’yı da yeniden keşfetmeye gerek yok hani. Derken bir de bakıyoruz, gittiğimiz ilk kahvaltıcıda masamıza geçmeyi beklerken önümüzdeki sıra buradan Kadıköy’e yol olmuş. Üstüne üstlük, tam filtresiz olabildiğin bir an yakalamışsın, önlerden birisi cesurca yükseltiyor sesini; “Ömer de gelebilirdi abi hani, neyse kendi tercihi…” Hop. O kadar efor gösterdin, iki kız kaçalım biraz uzaklaşalım, sakinleyelim dedin, bir anda seni kaçmaya çalıştığın tüm realiteyle karşılaştıran o ses. Nerede benim sükunetim? Kendisi, en iyi mekanı bulma hırsıma mı yenildi?
Amacım, burada son zamanlarda yurtdışında popülerleşen mekanları değerlendirmek değil tabii, ne haddime. Sadece kendi düşüncemin de farkına vararak, burada ne gibi noktalar karar vermemizde etkili oluyor ve bir ideal yöntem var mıdır onu sorgulamaya çalışacağım.
Önce mekanlar için popülerlik kavramına ve bunun bizim için ne ifade edebileceğine değinelim. Sözlük anlamına baktığımızda “kalabalıkların, yığınların beğenisine uygun, halkça tutulan, beğenilen” olarak çıkıyor karşımıza. Sosyal medyanın ve popüler kültürün etkisi, zamanını iyi kullanmak isteyen grubu da zora sokmuş durumda. Belki de ikonik bir tatla, ağırladığı ünlü misafirlerle veya bir şehirle aşırı eşleşmiş bir cafe/restaurant vb. sadece kısa zamanda en doğru yeri bulmaya çalışanların değil, aynı zamanda “burada bulunduğumu paylaşmalıyım” güdüsünü duyanların da uğrak mekanı oluyor -ki burada her iki yönelim de mümkün, kimseyi yargılamıyoruz. Herkesin izlediği diziye önyargılı yaklaşan o kişi olmadan değerlendirmeye çalışıyorum konuyu, vallahi.
“Bak ben buraya gittim” demek hoşumuza gidebiliyor. Paris’e gidip Cafe Kitsune’a uğramayan, biraz eksik kalıyor. Kalıyor mu cidden?
Uğruna beklenilen “şeyi” düşündüğümde hakikaten güzel olabilir, belki sıradışı bir tat olabilir, bilemeyiz. Bildiğimiz tek bir şey var: Bu aşırı popülerleşme durumu, ister istemez uzun sıralara, bilinen mekanın daha da ünlenmesine ve zaman kazanılması hedeflenirken kimi zaman 1-2 saatin tek bir mekan uğruna adandığı gerçekliğe bırakıyor kendisini. Burada deneyim biraz soru işareti olmaya başlıyor diye düşünmeden edemiyorum. Paylaşan gittiği yerleri beğendiğinden mi paylaşıyor, yoksa “overrated” yorumunu yaptıktan sonra, hikayenin kimler tarafından izleneceğini düşünerek mi bu sürece dahil oluyor?
Beni bir süredir bu anlattığım konu rahatsız ediyor olacak ki (biraz da tek seyahatlerimde keşif heyecanımı törpülediğini hissettiğimden) daha fazla lokal tercihleri anlamaya çalışıyorum, sabrım zorlayıcı oluyor, daha fazla sosyalleşiyor, beni çektiğini hissettiğim mekanlara göz gezdirip şansımı deniyorum, o şehirde yaşayan biriyle tanıştığım olursa da muhakkak fikirlerini soruyorum. Aslında bu da her yerde paylaşılan önerilerin karşısında büyümeye başlayacak iddialı bir akım olabilir. Belki de yarının trendi “lokale sormak” olabilir. Yurtdışındaki mekanlara ilgideki bu artışın, yakın zamanda lokale ekstra bir yönelimi tetikleyeceğini herhangi bir gerçek veriye bağlı kalmadan savunmak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama sanki bir noktada insanlar durup bir farklılık arayacak gibi geliyor.
Lokalin önerilerini ve yurtdışında bir bağlantı kurmaya imkan tanıyarak keşfettiğin mekanı romantize ettiğimiz bir bakış açısından değerlendirecek olursam, dediğim gibi sanırım lokalin sihrine kendimi biraz daha yakın hissediyorum. İsmini orada yaşayan bir lokalden öğrendiğim o köşedeki minik dükkan, kendi şarabını üreten bir ailenin hikayesini dinlemek, geriye dönüp baktığımda hep daha duygusal yoğunluğu yüksek gibi geliyor. Belki bu sırada o viral olan cookie’nin tadına varabilme fırsatını kaçırıyorumdur... Olabilir. Bu popülere olan uzaklığımla mı ilgili, yoksa romantikliğe olan yakınlığımla mı ilgili kestiremiyorum ama her şekilde beni hangi tarafta tuttuğu bariz.
Hem kendimdeki bu kaçırma korkusunu, hem de biraz daha öznel, daha özel mekan arayışlarımı alıyorum sepetime ve lokalin daha seçici önerilerine yer veren hesaplarıyla “We asked locals” (bkz. @askedlocals) hesabına yöneltiyorum mikrofonu.
We Asked Locals, seyahatlerde lokallerin önerdiği mekanları keşfetmek isteyenler için doğmuş bir hesap. Yeni bir şehre gitmeden önce orada yaşayan tanıdıklarımızdan öneri almak her ne kadar keyifli olsa da, her zaman mümkün olmuyor. Bu eksikliği fark edip, bizim gibi lokal deneyimlere değer verenler için hesapları üzerinden sade ve direkt öneriler sunmaya başlamışlar.
Kendilerini; bahsettiğimiz “popülerleşme” ve “turistik mekan” kavramışının karşısında konumlandırıyorlar, her bir şehir için farklı hayat tarzlarına sahip, farklı yaşlarda birçok lokalden listeler alıyorlar. Kimi zaman bir sanatçı, üniversite öğrencisi veya ünlü bir şef olabiliyor bu kişi. Böylece, aslında tüm listeler birbirinden farklı tarzda, deneyime açık bir yelpaze oluşturuluyor. Takipçiler ise, “kendi tercihlerine” göre, yakın hissettiği kişilerin listesine bakıp, özel bir seçki oluşturabiliyor.
Farklı şehir ve ülkelerde yaşayan lokallerin yanı sıra, tüm bunları değerlendiren bir mercek olarak kendi deneyimlerini de paylaşmayı ihmal etmeyen bu ekip (İstanbul’da doğmuş ve Lizbon’da yaşayan ekibin kendi deneyimledikleri mekanları da incelemek mümkün), sosyal medyanın etkisiyle popülerleşen mekanlara bağımlı kalmadan, alternatif rotalar çizmenin mümkün olduğunu savunuyor. Bize oldukça cesur, ve samimi geldiklerini söylemeden geçemeyeceğim. Diyalogumuzda sorduğumuz sorulara verdikleri yanıtlar, keşfetmenin sadece “görmekten” değil, biraz da bağ kurmaktan, “hissetmekten” geçtiğini hatırlattı.
“En hızlıyı bulma isteği mi; yoksa “orada” olduğunu paylaşma heyecanı mı, lokalin karşısındaki güç?”
Hızlı çözümler, paylaşma ihtiyacı, duygusal bağ kurabilmek.. Bunlar birbirleri arasında denge kuruldukça fayda sağlayabilen gayet insani ihtiyaçlar. Asıl kritik olan, seçimlerimizi kendi ilgi alanlarımızı, hobilerimizi düzenlemeyi bilerek, “Ben ne yapmaktan hoşlanıyorum?” sorusunu sorarak yapabilmek. Bu soruya cevap olarak, yapacağımız her bir seçimin kişiyi dengeli bir yolculuğa çıkaracağını düşünüyorum. Bu da en tehlikeli olanın, uç noktalarda; kimi zaman sorgulanmadan çoğunluğa uyarak ve/veya lokalin dediğini kopyalayarak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Geleceğimizi bile genele bağlı karar vermeye bu denli alışmışken, bundan sıyrılıp kendi eleklerimizi kullanmaya cesaret etmek ve bu elekler valizimizde yeni bir şehir görmenin tadı, uğruna beklenilen tüm yiyeceklerden daha güzel.
Yeni bir yerdeyim, keşfetmek istiyorum. Hem kendimi, hem tanımadığım bu çevreyi. Biraz kopya çekebilir miyim? Tabii. neden olmasın! Ama başkasının listesini uygulamak istemiyorum, aynısını deneyimlemek istemiyorum. Yine de çok popüler olanı keşfetmekten kaçınmak değil niyetim, sadece buna kendimizce bir yöntem bulabilmenin mümkün olduğuna inanıyorum.
Bir sonraki sırada, o dükkanın önünde heyecanla bir kurabiye için beklerken görürseniz beni, bir selamınızı alırım.
Popüler Olandan Koşarak Uzaklaşma
Popülerse İstemem: Bir “Farklıyım Biriyim, Anla İşte” Hikayesi
Yazı:
Çocukluğumuzdan beri yeni müzikler, filmler, yemekler, mekanlar keşfediyoruz. Bu keşiflerimizin bazıları çok şans eseri, bazılarını ise çevremizdekilere borçluyuz. Mesela ben lise birinci sınıftayken, sinefil bir arkadaşım bana bir izleme listesi yapmıştı. Schindler’s List, Pulp Fiction, Solaris, Shawshank Redemption, Requiem for a Dream gibi filmleri bu sayede izlemiştim. Camus okumaya aynı sene başlamıştım. Şimdi yaşımız sebebiyle herkes için klasikleşmiş bu eserler, o zamanlar bana bir altın madeni gibi geliyordu. Etrafımdaki herkes de “Ceren biraz farklı ya, değişik şeyler izleyip okuyor” diyordu. Dinlemekten çok keyif aldığım 2000-3000 dinlenmesi olan müzikler keşfediyor, altındaki yorumlarda “Kimse keşfetmesin, bize bize kalalım burada” yazdığını görüyordum. Hem ne kadar zevk sahibi olduğumuzu belli etme kaygısında hem de bu zevki başkalarıyla paylaşıp popülerleştirme korkusunda geçip giden bir ergenlik..
Özellikle sosyal medyanın hayatımıza girip kökleşmesiyle birlikte, keşfedilmemiş diye düşündüğümüz birçok filmin, müziğin, kitabın popülerleşmesine şahit olduk. Bu durum canımızı sıktı. “Ben ilkokuldan beri Ezhel dinliyorum, sen Müptezhel albümüyle tanıyınca rapçi mi oldun” cümlesini herkes etrafında bir kere de olsa duymuştur. Özetle öfke arttı. Eskiden sevdiğimiz şeyler popülerleşince sevdiklerimizden de soğuduk. Sonra durdum düşündüm, neden?
Bir şey popüler olduysa otomatik olarak kötüleşmiştir diyebilir miyiz? Bence hayır. Bir şeyin popülerleşmesi için, birçok kişi tarafından beğenilir olması gerekiyor. Bu da söz konusu ‘şey’in aslında başarılı olduğuna işaret ediyor olabilir. Peki bu durum hep geçerli mi? Yine hayır. Bir ‘şey’ sadece başarılı, lezzetli, kaliteli olduğu için değil, ilgi çekici, komik, rezil vb. olduğu için de popülerleşebilir. Özellikle sosyal medyanın varlığında popüler olan bir ürünü/akımı çoğu zaman kaliteyle özdeşleştiremiyoruz. Bu yüzden bir şey popülerleşince ben var gücüyle koşarak uzaklaşanlardanım. Ancak bu uzaklaşma bazen iyi-popüleri ıskalamama sebebiyet veriyor.
İyisi mi, popüler ya da değil, sonradan patladı ya da hep vardı fark etmeksizin ön yargılarımızı bir kenara bırakarak kendi deneyimimizi öncelemek en sağlıklısı. Dubai çikolatası yemek ya da beğenmek zorunda değilsin, Stanley termosundan kahve içmek zorunda değilsin, Kızılcık Şerbeti izlemek ve sevmek zorunda değilsin, sevmemek zorunda da değilsin. Düşüncelerimi, popülerleşmeye gösterdiğim tepki yüzünden özgür hissedemediğimden dolayı, artık biraz daha ön yargılarıma sırt çevirmeye çalışıyorum. Bu kadar insan yanılmış olamaz diyerek yıllar sonra ilk defa Game of Thrones izlemeye başladım. Çok beğendim. Bakalım popülerleşmeye gösterdiğim tepki sebebiyle başka nelerden mahrum kalmışım. Bu da benim için ve bana katılırsanız sizin için yepyeni bir deneyim.
✨Bu hafta konumuz popülerlikti. Sosyal medya, turizm, film-müzik, her yere dokunduk.
👂Haftaya konumuz dinlemek ve dinlenmek üzerine. Başlığımız da net: “Dinleyin Bizi Ayol”
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya görüşmek üzere diyelim mi? ✨