Selam 20’likler ve 20’lik kalanlar,
Nabersiniz? İnanılmaz yağmurlu, fırtınalı bir İstanbul’dan herkese selam olsun. İlk defa sokağa hazırlıklı çıktım — yani yanıma şemsiye aldım. Bu benim için çok büyük bir şey çünkü bazen mevsime kafa tutan kıyafetler giyerim. Hatta üniversitede oda arkadaşım Fernanda, New York’un inanılmaz yağmurlu günlerinden birinde, yatakhaneden çıkmadan önce sarı bir post-it’e ‘bunları sakın giyme!’ yazıp yırtık Converse’lerimin üzerine yapıştırmıştı. Çünkü biliyor. Çünkü giyerim.
Bu girişi de yıllar yıllar önce, National Geographic Kids dergisinde okuduğum bir bilgi ile bitirmek istiyorum. Yağmurda koşarsan, daha fazla ıslanırsın. Hala kafamda bu mantık oturmamış olsa da, kabul ediyorum ve hayatıma bu felsefe ile devam ediyorum. Bununla ilgili bir video de çekmiştim, onu da buraya linkliyorum.
Yağmur, fırtına demişken… Sizin de içiniz, dışarısı gibi fırtınalı mıydı bu ay? Konuştuğum arkadaşlarımın hepsi kasım ayının onları ne kadar zorladığı, yorduğu, ruhsal ve fiziksel anlamda sıktığından bahsetti. Ben de oralardayım. Ama yüzdük, yüzdük sonuna geldik.
Umuyorum aralık ışıl, ışıl geçer.
Sevgiler,
Yasmin
Bu hafta nelerimiz var?
Bu hafta sorguladığımız şeyler üzerine düşünüyoruz. 20’lik olmak çoğu zaman, hayatta birçok şeyi sorgulamayı, merak etmeyi, ‘bu niye böyle?’ diye sorabilmeyi içinde barındırıyor. Bu hafta da koşuşturmanın içinde durabildiğimiz ve düşünebildiğimiz zamanlarda sorguladıklarımızdan ilerledik. Güzel yazılarımız var — her zamanki gibi dermişim hfodulsk. 🥸🥸
O zaman bakalım bu hafta nelerimiz var?
🏆Bensu soruyor: Başarı nedir?
👭Kardelen soruyor: 20’likler nasıl arkadaş ediniyor?
🏄♀️Günseli soruyor: Doğru zaman nedir?
İyi okumalar!
⚠️ Not: Bu hafta dolu dolu bir bültenimiz var. Bu cümleleri e-posta üzerinden okuyorsanız, sağ üst köşede tarayıcıdan oku (ya da ‘view in browser’) linkine tıklamanızı şiddetle öneriyorum. 20’liği sevdiklerinizle paylaşmayı unutmayın!
Başarının 50 Tonu: Başarılı olmak mutlu olmak mı yoksa sahip olmak mıdır?
Başarılı olmak nedir? İnfluencerlık başarı kriterlerimizi nasıl çürüttü?
Yazı: Bensu Cangüler
10 sene önce başarıyı nasıl algıladığıma baktığımda aklıma tek bir şey geliyor: Herkesin beni tanıdığı geniş bir sosyal çevre içinde, yaptığım işin oldukça imrenilen bir şey olmasını istiyorum. 19 yaşındaki versiyonumun başarıyı bu şekilde iddialı bir şekilde tanımlaması, şu anki beni bile şaşırtıyor. Buradaki başarı tanımımda gözüme iki tane kelime çarpıyor.
tanınmak ve imrenilmek…
‘İşte başarının toplumumuzda abartılmasının başlıca sebeplerinden ikisine parmak bastın,’ diyorum kendime.
Eğer başarımız çevremiz tarafından bilinmezse o zaman kendimizi yine de başarılı hissedecek miyiz? Bu soru şu anda bile beni duraklatıyor. Kendi içimde başarının merdivenlerini çıkmayı artık 19 yaşındaki Bensu kadar umursamasam da yine de içinde yaşadığımız kollektif bilinçten etkilenerek kendimize koyduğumuz başarı baskısı altında eziliyoruz.
Merriam-Webster başarıyı "olumlu veya istenen sonuç" olarak tanımlıyor. Peki yoğun çabamız sonrası istediğimiz sonuca ulaşamazsak başarının bizim kim olduğumuzu etiketlemesine izin verecek miyiz? Ya da başarının bir hayat biçimi olarak, hayatımızın her alanına yayılmasına izin vermek bizi daha huzurlu bir tatmin duygusuna götürür mü? Berkeley well being’de yayınlanan makalede insanların bazı başarı tanımlarına yer veriliyor. Genel düşünceye göre başarı bir işi düzgün yapmak ve beğeni kazanmakla ilgiliyken, başarıyı ‘’zenginlik kazanmak’ ve ‘’kariyerde yüksek bir noktaya çıkmak’’ olarak tanımlayanlar da var.
Y kuşağı olarak başarının para ile tanımlanmasına çok da uzak değiliz. Y kuşağı olanlar, büyürken şu sözleri duymuştur:
‘Büyüyünce çok fazla para kazanmak için çok çalışmak zorundasın.’
‘ Eğer statüsü yüksek olan ve toplumda kabul gören şu mesleği yaparsan daha çok kazanırsın.’
‘ İyi bir meslek seç ki aç kalma.’
Y kuşağının başarılı olmak ile arasında hep ‘ya savaş ya öl’ tarzında bir ilişki vardı. Çoğumuz sürekli değişen bir sınav sisteminde ipin üzerinde ilerlerken, çocukluğumuzla gençliğimizin bir kısmını dershanelere verdik. Hepsini de daha iyi bir üniversiteye girip, ‘toplum tarafından değer gören’ bir meslek sahibi olmak için yaptık. O zamanlar bu düşüncelerin genç zihnimizde nasıl bir anlamı olduğunu bilmiyorduk. Sadece etrafımızdaki yetişkinlerin sözleri kafamızın içinde daireler çiziyordu.
Yıl 2023’de ise her şey tamamen değişmiş halde bizi de değişime zorluyor. Artık uzaktan çalışmak işsizlik olarak görülmüyor. Pandemi ile birlikte gelişen yeni dijital iş kolları bazen şartların kısıtlanmasının, daha kolay bir çalışma düzenine zemin hazırlayabileceğinin garip bir işareti olarak karşımıza çıkıyor. Başarı kavramının iskeleti yeni nesiller tarafından yeniden oluşturuluyor. Bu da emek ve başarının arasındaki ilişkiyi yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Bize çok çalışmanın ya da sevmediğimiz bir işe saatlerimizi harcamanın ‘’başarı’’ olduğunu kim söyledi? Çok çalışmak deyince insanların aklına neden hep çektikleri eziyetler geliyor? Başarılı olmak için neleri gözden çıkarmak zorundayız? Eziyetlerle elde edilmemiş rahat başarılar da var mıdır? Bu soruların hepsinin kafamızdaki ‘’ne kadar emek, o kadar ekmek’’ kalıp tanımlarıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sevdiğimiz işi yapma kalıbına da tuhaf bir küçümseme ifadeleriyle bakıyoruz. Çoğu insan sevdiği işi yapmak istiyor ama yine pek çok insan sevmediği bir işi yapmanın daha başarılı olduğuna inanıyor.
Z kuşağının ‘’ben istediğimi yaparım’’ tavırlarına ‘bunlar da iş beğenmiyor’ diye yorum yaparken, Z kuşağının hayatının sınırlarını bizden daha güvenle çizdiğini görüyoruz. Onlar hayatlarını özgürce yaşarken para kazanmak istiyorlar. Z kuşağının başarı anlayışının ‘’sevdiğin şeyi yap’’ kavramına bağlanması kitleleri ve ebeveynleri çok kaygılandırsa da, bu düşünce biçimi yeni meslek kollarını geliştirmeye devam ediyor. Günümüzün en popüler ve kolay lokma olarak görülen işlerinden biri olan influencerlık Z kuşağının en çok yapmak istediği dijital meslekler arasında yer alıyor.
İnfluencerlık kavramına hala biraz mesafeli bakıyoruz. Bu mesafeli bakışımız, meslek olarak görmediğimiz bu reklam soslu markalaşmaları içeren iş kolundan rahatsız olmamızla birlikte gelişiyor. Ama bu iş koluna soğuk bakmamızın en önemli sebebinin influencerların görece eziyet çekmeden sadece kendi yaşamlarını paylaşarak büyük paralar kazanmak olduğunu düşünüyorum. Ama yine de National Geographic ’in makalesinde influencerlar ‘’modern girişimci’’ olarak anılıyor ve influencerların ekonomiyi güçlendirmek, yeni sermaye alanlarına katkı sağlamak ve kişisel markalaşma alanları konusunda yeni alanlar yaratması bir başarı örneği olarak görülüyor. Pek çok kişi bu meslekten para kazanarak hayatlarını daha iyi yerlere getiriyor, hem kendileri hem de yakın ve uzak çevreleri için bir refah seviyesi oluşturuyorlar.
O zaman başarının tanımını UCLA’da basketbol koçluğu yapmış John Wooden’in şu cümleleriyle yenide çizebiliriz.
“Başarı, olabileceğinizin en iyisi olmak için elinizden gelenin en iyisini yaptığınızı bilmenin verdiği kişisel tatminin doğrudan sonucu olan iç huzurudur.”
20’likler nasıl arkadaş ediniyor?
“Uzun kulaklarını son bir kez salla, tüm eski dostlarımdan bir haber yolla”
Yazı: Kardelen Buyurgan
Dostlar kendi seçtiğimiz aileler olarak hayatlarımıza eşlik eder. Çocukluk, ergenlik, yetişkinliğe geçiş gibi çeşitli dönemlerde yeni insanlar ve geçmişten gelenlerle kocaman bir aile olunabilir. İlla fiziken yanıbaşımızda olmalarına da gerek yoktur; bazen 450 km öteden, bazen yılda birkaç gün görüşmelerden, nihayetinde ise kopmayan bağlarla yanımızda hissettirirler. Mesela kendi dostlarımla ayrı şehirlerde, ara ara bir masa etrafında toplanıyoruz - yaş, karakter, cinsiyet, sınıf farklılıklarının olduğu bir masa.
Yeni insanlar tanımayı da çok seven biri olarak, sosyal bir varlık olmanın hakkını verdiğimi düşünürdüm. Bir etkinlik akşamı ayaküstü sohbetle başlayan, 'ofiste boğuldum az yürüyüşe mi çıksak?' cümlesiyle pekişen, aynı ortamda bulunup o ortamdan ayrıldıktan sonra kurulan, ortak tanıdıkların vesileleriyle ve tabii ki okul koridorlarında, sıralarında oluşan arkadaşlıklarım bulunuyor. Fakat son zamanlarda kendimde fark ettiğim -tez döneminde olmam ya da çalışma ortamımın görece yoğun olması ve yaş skalası sebebiyle- yeni bir arkadaşlık kurmak bana artık yorucu geliyor. Daha doğrusu, bazen tesadüfler sonucu dahi kurulabilen dostluklar, yaşla ve sosyal çevrenin değişmesiyle rafa kaldırılan bir olaymış gibi hissettiriyor. Dostluğun ilk adımı olan arkadaşlık bile büyük geliyor. Bu noktada, içimde sorguluyor ve yaşıtdaşlarıma soruyorum: 20'lerde dostluk nasıl oluşuyor?
Çocukluk çağındayken biriyle arkadaş olmak her haliyle daha kolay. Önyargılar yok denecek kadar az, oyun odaklı ve saf bir şekilde başlayan ilişki, sonrasındaki çabalarla da hayat boyu devam edebilir. Lise; iki çeşit insan türü olarak, ya içe kapanma ve kendi halinde olma durumu ya da üniversite sınavına kadar sosyalliğin dibine vurulduğu dönemdir ve bence bu dönemde kurulan ilişkiler en güzelidir. Üniversite -tabii ki yine nasıl yaşadığına göre değişmekle beraber- benim açımdan; sınıfta bir konuyu tartışırken, sokaklarda olurken, kulislerde sabahlarken, kulüp içinde üretirken, ders sonrası sinemaya giderken dostlarımı bulduğum bir dönemdi. İlk iş yaşamım ise, başta bocaladığım -her başlangıç gibi- sonrasında akşamlarımızın çoğunu birleştirdiğimiz bir arkadaş grubu vermişti bana. Buraya kadar bakınca dostluk konusunda her şey ne kadar da güzel ilerlemiş diyorum kendime. Özellikle okul dönemlerimde kendiliğinden gelişiyordu her şey. Meğer on dakikalık teneffüs arası nelere vesile oluyormuş da değerini sonradan fark etmişiz. Öte yandan, tabii ki samimiyetimin aynı olmadığı eski arkadaşlarım da bulunuyor. Fakat konuştuğum birçok kişi şu yaşlarda arkadaşlık kuramamaktan yakınırken burada bir sorun yok mudur? Vardır.
O halde sosyal bir varlık olan insan evladı, neden arkadaşlık kuramıyor/kurmayı tercih etmiyor?
2022 yılında Co-op Vakfı tarafından yayınlanan bir araştırma arkadaş edinememenin de politik bir sorun olduğunu bize gösteriyor. 10-25 yaş aralığını baz alan bu araştırma, derinleşen ekonomik krizin sosyal hayat üzerindeki etkilerinden bahsediyor. İki bin katılımcının yer aldığı araştırmada, katılımcıların %55’i ekonomik durumlarının yetersiz olduğunu ve bu sebeple sosyal aktivitelere katılamadığından bahsediyor. Birleşik Krallık'ta dahi sonuçlar bu şekildeyse Türkiye malumunuz. Derinleşen ekonomik kriz göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir olgu olarak hayatlarımızın ortasında durayazarken yan sebepler neler diye de bakmak istedim. Yaşları 20-40 arasında değişen kişilerden şu yanıtları aldım:
"İnsanlara tahammül seviyem azaldı."
"Daha temkinli yaklaşarak konfor alanımdan çıkmamaya çalışıyorum."
“Herkes aşağı yukarı aynı şeyi yaparken ve aynı mekandayken arkadaş kurmak sanırım daha kolay oluyor. Mesela lisede veya üniversitede “sınıftan”/“bölümden” arkadaş edinmek. 20lerin ortasında bu durum kalmadığı için ve herkesin zaten halihazırda arkadaşları olduğu için bence arkadaş edinmek de zor oluyor. Bir de kişiliğin daha oturup önceliklerin oluyor artık. Neyse ki ben hala doktora yaptığım için hala “okul” kavramım var. Hatta çok yakın arkadaşlarımdan birini tam olarak 27 yaşıma doğru edindim, selam olsun 💜”
“20'lerinde işe başlayan ve zamanının çoğunu işte geçiren ya da yüksek lisans yapıp okulda geçirenler iş ya da okul arkadaşları ile "arkadaş" olmak istemiyor. E diğer kişilerle ortak paydada bir araya gelecek yeterli vakit olmayınca sosyal medya kalıyor geriye. Ortak payda sosyal medyada iyi bulunuyor ve her an mesajlaşma-konuşma ile yakın olunabiliyor.”
“Sosyal medya cansuyu bu konuda. İş arkadaşlarımın çoğuyla da işten ayrıldıktan sonra arkadaş olduk.”
“Mesela adliyede duruşmamız oluyor, bir sürü kişiyle görüşüyorum o an. Ama artık dostluk olmuyor. Herkesin bir çıkarı oluyor, yarış içindeler.”
“20'lerimde tanıştığım insanlara çok kalıcılar mı gibi yaklaşıp uzun süreli beklentilerim olmuyor onlardan, kalıcılığın ve dostluğun zaman ve emek isteyen bir süreç olduğunu biliyorum çünkü. Anlık karşılaşmalar, ayaküstü sohbetler ile devam ediyor olmasına sanırım zamanla alıştım.”
"Herkesin ayrı bir hayat derdi oluyor. İş zaten çok yoğun. Haftasonu bir şey yapayım desen millet evli, çocuğu falan olan da var. Mecbur yalnız takılıyoruz."
"Kendi arkadaşlarım yetiyor, fazlasına gerek duymuyorum."
"Takdir edersiniz ki ben unuttum yirmilerimi :)."
“Edinmiyordum. İnsanlara güvenemeyeceğimi daha erken anlamıştım.”
Yanıtlardan göreceğiniz üzere; gerçek bir arkadaşlık kurmanın, birini hayatına almanın, birine güvenmenin oldukça efor gerektiren bir duygusal ilişki olduğu sonucu ortaya çıkıyor. E kolay olduğunu da savunmuyorduk. Bir şekilde yine de birileriyle etkileşimsiz duramıyoruz; gerek dostluğun anlamını verecek şekilde olsun gerekse sanal ortam arkadaşlığı olsun birileriyle etkileşim halindeyiz. Ortak paydalar, mizah anlayışı, reels videoları sebebiyle sosyal medya belki bir noktada arkadaşlıkları başlatma konusunda kıvılcım oluşturabiliyor. Fakat esas olan Eric Rohmer'ın A Summer's Tale filminde dediği gibi: "Friendship is serious. Maybe more than love." Yani arkadaşlık ciddi bir şey — belki aşktan bile daha fazla.
Şu sıralar yeni arkadaşlıklar edinmenin bir tek bana zor gelmediğini fark etmenin rahatsız edici fakat bir yandan da rahatlatıcılığı ile bütün arkadaşlarıma öpücüklerimi iletiyor, uzun soluklu arkadaşlıklar kuracağımız bir hayat diliyorum hepimize. Bir de aramasını açamadığım arkadaşıma mesaj atacağım - evet mesaj.
Denize Girmek Mi? Kıyıda Beklemek Mi?
Zaman zaman çırpınmak ve uçuşmak üzerine.
Yazı: Günseli Özdemir
Zaman, tüm dünyada insanların eşit miktarda sahip olduğu şeylerden biri. Zamanı şekillendiren, ona anlam katanlar bizleriz. Rick & Morty’den "Zaman, göreceli bir konsept Morty. Herkesin sahip olduğu bir saat var, ama zamanın nasıl geçtiğine dair hissiyat kişiseldir." repliği anlatmak istediklerime tercüman olmuş. Hepimiz, kendi zamanımızda yaşıyoruz. Bazen attığımız adımlar yanlış zamana denk geliyor, bazen şahane fırsatları kaçırmışız gibi hissediyoruz. Mail atarken, yeni bir hobiye başlarken ya da başka herhangi bir şeyde doğru zamanı aradığımız oluyor. “Yok şimdi sormayayım, doğru zamanı değil” gibi bir cümlenin benzerini herhalde hepimiz, en az bir kere söylemişizdir. Bunun tam zıttı bir yerden de “Şimdi değilse ne zaman, ara gitsin.” gibi bir cümleyi de en az bir kere söylemişizdir. Peki bu iki cümleden hangisi daha doğru ya da biri diğerinden daha doğru mu? Zıtlıkları çok seven biri olarak bu soruyu, ‘değişkenlik gösterir’ olarak cevaplamak istiyorum. Ama yine de içim içimi kemirmeye devam ediyor.
Zaman zaman pili bitmiş bir saatin yelkovanı gibi aynı yerde takılıp kalıyorum ve oradan kurtulmam zaman alıyor. Kurtulduğumda ise arada kaybettiğim zamanı düşünüp huzursuzlanıyorum. Bu huzursuzlukla birlikte geçmişteki olumsuz deneyimlerimi de hatırlıyorum ve adım atmak konusunda hantallaşıyorum. Adeta içinden nasıl çıkacağımı bilemediğim bir girdabın içine giriyorum. Hem zamanı kaçırdığımı düşünüyorum hem de asla doğru zamanı bulamayacağım endişesine kapılıyorum. Sonra bu endişeli halimden sıkılıp denemeye devam ediyorum. Kafamı çevirip etrafa baktığımda ise her şey daha da anlamsızlaşıyor. Kendi gerçekliğimle hayatın gerçekliği arasında zaman kırılımına uğruyorum.
Terapistime “Bazen zamansız bir boşlukta nefes alamıyormuşum gibi geliyor. Beyhude bir çaba ile yaşam üçgeni arıyorum ama bulamıyorum.” dediğimde bana “Boşlukta çırpındığını değil de süzüldüğünü hayal ettin mi hiç? İlla bir şeyler bulmak ya da bir yere varmak zorunda değilsin. Anın içinde var olabilmeye odaklan.” demişti. Kafamda defalarca yankılanan bu cümleden 3 farklı soru çıkardım kendime:
Bu zamana kadar içinde olup geçmişi ya da geleceği düşünmeden yaşadığım an/anlar oldu mu?
En çok ne zaman boşlukta hissediyorum, nefessiz kalıyorum?
Zamanı kaçırıyorum, kontrol edemiyorum hissini tetikleyen bir şeyler var mı?
Sorulara verdiğim cevaplarda mükemmelliyetçi başarı kalıplarımın arasında sıkışıp kaldığımı gördüm. Beni rahatsız eden şey belki de zamanı yakalayamamak değil, istediğim şeyler için her zaman cesaretle adım atamamak. Ben bu durumu denize girmeye benzetiyorum. Sanki önümde bir deniz var ve ben kıyıda denize girmek için bekliyorum. O kadar çok bekliyorum ki, bir bakmışım akşam olmuş. Denize neden girmediğimi bilmiyorum, belki ayağıma bir şey batar diye korkuyorum belki kaybolurum diye korkuyorum. Sebebi ne olursa olsun asla öğrenemiyorum çünkü denemiyorum. Gün sonunda bir sürü insanın girip çıktığı denize sadece bakan biri olarak eve dönüyorum. Böyle anlatınca, denizin başında saatlerce beklemenin ne kadar acınası gözüktüğünü fark ettim. Ama bir yandan da orada saatlerce bekleyip dönen o halime sarılıp “doğru zaman değildi belki, yarın tekrar denersin. Diğerlerinin suya girmiş olmasına takılmadan aynı yerden bir daha dene. En kötü ne olabilir.” demek istedim.
Şimdi buradan konuyu X yaşında CEO olmuş ya da hobi edinmiş insanlara bağlamayacağım ama kabul etmemiz gereken bir şey varsa eğer o da “Herkesin zamanının aynı olmadığı” gerçeği. Diğer yandan söz konusu sadece zaman da deği, şans, çevre, koşullar vb. bileşenlerin de olmasını istediğimiz şeyler üzerinde çok büyük etkisi var. Dolayısıyla bu çok denklemli bileşende sanırım yapabileceğimiz tek şey, yapabileceklerimize odaklanıp kontrol alanımız dışındakilerle ilgilenmemek. Yazması, söylemesi kolay olan bu cümleyi hayata geçirmenin kolay olmadığını biliyorum. En azından ben bu konuda bocalıyorum. Bocalıyorum çünkü dene - yanıl mantığını her ne kadar kalpten benimsesem de yoruluyorum, kırılıyorum, hırpalanıyorum. Ulaşmak istediğim her şeye hemen ulaşayım isterken sürekli düşmek ve yeniden ayağa kalkmak için zamana ihtiyaç duymak canımı sıkıyor. Tüm bu kargaşanın içinde dünyadaki gelişmelere bakınca moralin iyice bozuluyor ve neyin daha önemli olduğuna olduğunu ayırt etmekte iyice zorlanıyorum. Tükenen kaynaklar, savaşlar, ekonominin durumu ve diğer bir çok duruma bakınca hayatı fazla ciddiye aldığımı düşünüyorum. Nereden bakarsak bakalım kısacık bir hayatımız var. Bu zaman dilimini kendimizi önceliklendirerek geçirmek varken geçmişle gelecek arasında bir zamana neden hapsolalım? Sanıyorum ki, “Doğru zaman”ı bekleyerek, erteleyerek kendimizi sürüncemede bırakmak yerine, her ne yapmak istiyorsak ona ulaşmak için zaman kaybetmeden adım atmak en güzeli. Olsa da olmasa da elimizde “en azından denedik” diyebileceğimiz bir anı/macera olur. Bu noktada zaman zaman güçsüz hissetmenin normal olduğunu kabul etmenin ve kendimize zaman tanımanın önemini de atlamamamız gerektiğini düşünüyorum.
Umarım sizi denizin kıyısında bekleten konu/istek her ne ise, onunla sörf yapma şansını bulabilirsiniz.
Bu haftanın sponsorundan:
Merhaba 20’likler!
EKA Creative Studio’nun yaratıcı sektörlerdeki genç profesyonelleri bir araya getiren komünitesini duymuş muydunuz?
Dünyada olumlu bir etki yaratmak için benzer ve farklı yeteneklerin bir araya gelmesi ve deneyimleri, bilgi birikimleri ve hisleri doğrultusunda yaratıcı değişim için harekete geçmesi gerektiğine inanan EKA Yaratıcı Topluluğu, beraber üretmek ve gelişmek için sizleri de komünitesine davet ediyor.
Sana, kolaylaştırılmış iş birliği ortamı sağlayan, alanında uzman kişilerden mentorlük desteği almana yardımcı olan bir keşif ve deneyim alanı sağlamak istiyoruz. Sunduğumuz etkinlik ve programlarla bakış açını geliştirmeyi hedeflerken, senden de öğrenebileceklerimiz olduğunu düşünüyoruz.
Komunite içerisinde içerikler üretip yeteneğini ve çalışmalarını komüniteye tanıtabilir, stüdyomuzun projelerinde komisyonlandırılabilir, birlikte geliştirmek istediğin fikirler için EKA veya komünitenin diğer üyeleri ile iş birliği geliştirebilirsin!
Komuniteye başvurmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsin!
🤔Bu hafta, sorguladığımız şeyler üzerine yazdık.
🍿Haftaya bazı filmleri, 20’lik bakış açısından yorumlayacağız. Bu filmlerden biri de Bihter. Ve evet, düşüncelerimiz çok parlak değil…
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya aynı saatte diyelim mi? ✨
Şerefe!
💕 Yasmin 💕