Yaş alma, Yas Tutma ve Yaşama Trileçesi
Kaybedip kazandıklarımız, bir süre sonra bulduklarımız ve bir daha asla düşünmediklerimiz üzerine…
Nasılsınız sevgili 20’likler ve 20’lik kalanlar?
Şu an bu kelimeleri Altkat Kadıköy’de yazmıyor olsaydım sanırım ağlıyor olurdum. Dokunsanız gözlerimden yaşlar süzülmeye başlayacak. Neden? Bilmem. Yani pardon şöyle, gayet iyi biliyorum ama bu özel bir şey değil de, bir hâl...
Neyse ki Anlamazdın - Bana Yalan Söylediler - Yalnızım Ben üçlememden birazcık uzaklaşarak batıya, Amerika’lı gruplara kaydım. Beach House’ın Space Song’u ve Mild High Club’ın Homage’ı arasında gidip geliyorum. Birkaç yüz kilometre daha sağa kayarsam Büyük Okyanus’a düşüp belki bir ferahlarım, kendime gelirim. Ya da hızlı bir U dönüşü ile kendimi yine Pekkan’ların, Dikmen’in ve Burak’ın kollarına bırakırım. Araya biraz da Erol Evgin ( onun o vampir olduğunu öne süren videoyu izlediniz mi hfhfhgrfd aşırı komik linki buraya bırakıyorum) serpiştirirsek tadından yenmez. Nefis.
Peki bilmem dedim, sonra biliyorum dedim. Nedir bu hâl?
Lise sonun son haftalarından birinde, arkadaşlarımla alıştığımızın tersine fazlaca ölüm ve hastalık haberi almaya başladık — bunların bazıları tanıdık, bazıları ünlü, bazıları ise uzaktan aşinalığımız olan kişilerdi. Lise son olmanın verdiği rahatlıkla derse girmeyip kalorifer peteklerine popolarımızı yaslayıp konuştuğumuz günlerden birinde de birimiz şu soruyu sordu: “Çevremizde daha çok acı verici şey mi olmaya başladı, yoksa biz mi daha çok fark etmeye başladık?”
O soruyu duyduğumda, asla kapanmayacak bir kutucuk açıldı beynimde. Geçmiş ihtişamlı, parlak ve özel. O andan itibaren ‘yasını’ tuttuğum şeyler aklımda kendini çok daha fazla göstermeye başladı. Zaman geçtikçe ( yani büyüdükçe) topladıklarımız da, bilincimiz de, kaybettiklerimiz de artıyor. Doğal olarak. Onun gerçekliği vurmuştu sanırım beni o kalorifer peteklerinde.
Peki neyin yasını tutuyoruz?
Yani… Bir çok şeyin. Biten bir ilişkinin, kapanan bir dönemin, toplanan bir evin, yaşanmamış ama yaşanmasını çok istediğimiz bir senaryonun, oldurulamayanların, elimizden alınanların… Kaybettiklerimiz, kazandıklarımız, bulduklarımız ve unuttuklarımız arasında gidip gelen duygu durumlarımız… Üzerini çiçeklerle örterek hatırladıklarımız…
Türkiye’de farklı sosyo-ekonomik geçmişlerden gelen gençlerin bir ağızdan söylediği şeyin “gençliğimizi yediniz,” olmasının nedeni olan bir yas silsilesi var. Bu sloganın anlamı gençten gence değişiyor ama günün sonunda aynı şeye bağlanıyor; oldurulamayanlar. İşsizlik, kültürel baskılar, cinsiyeti, sevdiği kişi, giydiği etek, sürdüğü ruj, yapmak istediği meslek, almak istediği araba, yemek istediği lokma, bir anda değişen yönetmelikler, özgürce haykırmak istediği düşünceleri, vizesizlik yüzünden ‘yapamadıklarının’ yasını tutan koskoca bir gençlik var Türkiye’de.
Bununla beraber çok gerçek bir şekilde yaşadığımız ve yasını tutmaya çalıştığımız birçok kayıp var; yangınlar, depremler, savaşlar… Ülkenin üzerinde kara bir bulut var, güneşli günlerde unutulmaya meyilli ama her zaman orada.
Bir yerde ( Instagram’da…) okumuştum;
“Grief is love’s souvenir. It’s our proof that we once loved. Grief is the receipt we wave in the air that says to the world: Look! Love was once mine. I loved well. Here is my proof that I paid the price.”
“Yas, aşkın hatırasıdır. Bir zamanlar sevdiğimizin kanıtıdır. Yas, dünyaya şunu söylememizi sağlayan kanıttır: Bakın! Aşk bir zamanlar benimdi. Güzel sevdim. Bu deneyimlediğim yas da aşk için gerekeni ödediğimin kanıtıdır.”
Yas tutmak için kaybetmek gerekir. Yani aslında iyi/değerli/özel bir şeyin ardından gelir. Bu belki gerçektir, belki hayaldir. Ama bir zaman olan ve artık olmayan bir şeydir. O yüzden ne mutlu ki bizimdi.
Bunu hatırlamak gerekiyor sanırım,
Yas var. Ama öncesi var.
Yas var. Ama sonrası var.
Gitmiş ve çok acıtmış ve keşke gitmeseydi ve acıtmasaydı,
Ama en azından
İyi ki olmuş.
Sevgiyle,
Yasmin
Bu hafta nelerimiz var?
🌷 Serra, yasın çevresinde ve onunla büyümek üzerine yazıyor.
📝 Büge, bir ‘an’ın bitişine duyduğu yastan bahsediyor. Peki bitiyor mu gerçekten?
🧳Kardelen, İstanbul ve Ankara git gelleriyle kendisinin ve değişiminin yasını tutuyor.
💖Gözde, bir ilişkinin yasını tutuyor ve soruyor; Siz nasıl devam ediyorsunuz?
Hadi başlayalım!
Yasın Etrafında Büyümek
“Çünkü bazı yaslar sadece bireye dair değildir; toplumsaldır, mekânsaldır, kolektiftir.”
Yazı:
Yas, hayatımın her döneminde bir şekilde vardı. İlk kez onunla 7 yaşındayken tanıştım. Hafif yağmurlu bir Kasım günüydü, doğum günümden sadece birkaç gün sonra. Babaannem vefat etmişti. Derlerdi ki Aralık’ı sevmezmiş; ve o, Kasım’ın son günü gitmişti. Hatay’da yaşıyordu, biz Mersin’de. Ailem beni okuldan aldı, cenazeye gittik.
O haftaya dair hâlâ anımsadığım bazı anlar var: Sessizce, babaannemin halısının üstünde (ki şu an bizim evde, benim çok sevdiğim halı) ödev yaptığım zamanlar. Eve girip çıkan insanlar. Sessiz, buhulu gülümsemeler. O anlarda pek konuşmak istemezdim. Zaten genelde konuşkan bir çocuk değildim. İzlemeyi severdim. İnsanların yüzlerine bakardım. Şimdi düşünüyorum da, ne gördüğümü artık daha iyi anlayabiliyorum.
O zamanlar ölüm, bana uzak bir yolculuk gibi gelirdi. Bilinmeyen, sonsuz, sessiz bir seyahat. Reenkarnasyon fikrine kafayı takmıştım; hâlâ da üzerine düşünmeyi severim. Vefat eden insanların, sevdikleri hayvanlar olarak döndüğüne inanırdım. Bu düşünce, çocukken ölüm karşısındaki o saf ve kendince anlamlı bakış açımı hep hatırlatır. İçim biraz burkulur ama sıcak bir yerden; gülümsetir.
Zamanla birçok kayıp yaşadım: Anneannem, dedem, halam, amcalarım, arkadaşlarım, evcil hayvanlarım… Belki de düğünden çok cenazeye gitmişimdir. Hepsi farklı izler bıraktı elbette, ama içlerinde en derin olanı dedeminkiydi. Yaş ilerledikçe kabulleniş şeklimiz değişiyor; anlayışımız da öyle. Dedemi kaybettiğimde artık ölümü az çok kavrayabildiğim bir yaştaydım, 10’lu yaşlarımdaydım. Bu kaybı anlatabilmem, onun hakkında konuşabilmem ise yıllarımı aldı.
Her kayıpta içimden bir parça sanki onlarla birlikte gidiyordu. Ama zamanla fark ettim ki, her gidişin ardından içimde başka bir anı/parça doğuyordu, anneannemin kolyesinde, arkadaşımın bana öğrettiği yemek tarifinde ya da bambaşka bir şeyde yeniden şekillenerek. Yas, yaş aldıkça biçim değiştiriyor; her kayıp başka bir yüzle çıkıyor karşımıza, başka bir dokuya bürünüyor.
Bir noktada da şunu fark ettim: bir şehrin ya da kültürel bir hafızanın yitimi de, kişisel yas kadar güçlü olabiliyor. 2023 depremlerinde sadece insanlar değil, şehirler de yıkıldı. Birçok kentin, ve benim için Hatay gibi bir kentin tarihinin, sokaklarının kaybı, ilk kez bir “yer” için yas tuttum. İnsan-ötesi bir şeydi bu: bir topografya için, bir belleğin çöküşü için ağlamak. O günden sonra zihnime kazınan bir kavram oldu: yasın coğrafyası. Çünkü bazı yaslar sadece bireye dair değildir; toplumsaldır, mekânsaldır, kolektiftir.
Türkiye gibi sürekli sarsılan (fiziksel, politik ve duygusal olarak kırılgan) bir coğrafyada, yaslarımız da katman katman. Acıyı nasıl dile getirdiğimiz bile bu topraklara özgü. Kimi yerlerde bir “sorry” yeterken, bizde bir paragraf kurulur. Çünkü biz acıyı konuşarak taşırız. Sessizlikle değil, sözcüklerle. Acıya dokunarak, yasımızı başkalarının acısıyla örerek yaşarız.
Bu topraklarda yas, yalnızca bir kayıp değil; bir varoluş biçimi. Sadece bir insana değil, bir kente, bir ağaca, bir kokuya, bir sokak lambasına bile tutulur. Çünkü bizde ölüm, sadece bir bedenin gitmesi değildir; onunla birlikte bir belleğin de silinmesidir.
Yas danışmanı Lois Tonkin’in bir yazısından yasın çevresinde büyümekten bahseder. Tonkin, çocuğunu kaybeden bir anneyle çalışırken bu ifadeyi duymuş. Kadın şöyle demiş: “Başta yas her şeydi. Her şeyin üzerindeydi. Ama zamanla küçüleceğini sandığım bu koca acı küçülmedi. Ben onun etrafında büyüdüm.”
Biz hep yası geçirmeye, ‘aşmaya’ çalıştığımızı sanıyoruz. Ama belki de mesele bu değil. Yas orada kalıyor. Biz onun çevresinde ve onunla büyüyoruz.
Ve evet, bazı günler yas ilk günkü kadar ağır olabiliyor. Hepimiz insanız, burada bir güç gösterisine gerek yok. Ama bazı sabahlar gelir ki tekrar nefes alabiliriz, gülebiliriz, sevebiliriz, çalışabiliriz. O çemberin dışına biraz olsun çıkabiliriz.
Ben de birçok insan gibi hâlâ bunu öğrenmeye çalışıyorum: Yasın etrafında nasıl büyünür? Onu yanımda taşımayı, onunla birlikte yaşamayı… Artık biliyorum ki yas gitmiyor. Kalıyor. Ama onunla birlikte yeni anlamlar doğurmak mümkün. Onu içimizde taşıyabiliriz, tıpkı sevdiklerimizin anılarını taşıdığımız gibi.
Bazen düşünüyorum: keşke başkalarının acılarını da sırtlanabilsem biraz. Onlar biraz daha özgür, biraz daha hafif hissedebilsinler diye.
Kısa süre önce karşıma çıkan ve bu yazıyı yazmama vesile olan bir cümleyi paylaşmak istiyorum: “Yasın bir süresi olduğunu düşünüyorsan, kalbinin bir parçasını hiç gerçekten kaybetmemişsin demektir.”
İlk okuduğumda duraksadım ve düşündüm: Ne kadar doğru bir söz. Çünkü gerçekten kaybettiysen, yasın bitmediğini bilirsin. Sadece şekil değiştirir. Seninle birlikte büyür, seninle birlikte evrilir. Ve eğer böyle hissetmiyorsan, belki de hiç böylesi bir eksiklikle tanışmamışsındır.
Küçük bir itiraf, belki de bir kıskanış bilmiyorum, ben hâlâ, 20’li yaşlarında olup hiç cenazeye gitmemiş insanlarla tanışınca şaşırıyorum.
İlk kez yaşıtım olan bir yakın arkadaşımı 19 yaşımda kaybettim. Bir trafik kazasında. Haberi aldığımda zaman dondu sanki. Aradan 5 yıldan fazla geçti ama bazı acılar zamana yenik düşmüyor. O gün, ölümün uzak bir ihtimal olmadığını anladım. Bir sokak ötede, bir sapakta, bir telefon uzağındaydı. Biz çoğu zaman sonsuz bir hayatımız varmış gibi yaşıyoruz, ama her şey bir anda bitebilir.
Genç yaşta birinin kaybı sana bir tokat gibi şunu söylüyor: Kimse için “erken” ya da “geç” diye bir şey yok. Sen de, ben de yarın burada olmayabiliriz.
Ama bu farkındalık insanı yalnızlaştırmıyor. Aksine, ortaklaştırıyor. Çünkü ne ilkiz ne de son. Her şey ölür; ve her şey başka bir biçimde yeniden doğar.
Yas sadece insana özgü değil. Hayvanlar da yas tutar. Ama insanların yasları, inançlarına, kültürlerine, ritüellerine göre şekillenir. Her coğrafyada başka türlü yaşanır ama özü aynıdır: Kaybın yarattığı boşluğu anlamlandırma çabası.
Bir yerde okumuştum, şöyle diyordu: “Cenazelerde söylediklerimizi keşke doğum günlerinde de söyleyebilsek.” Neden sevgimizi hep saklıyoruz? Neden insanlar buradayken, hayattayken söylemiyoruz onlara ne kadar sevdiğimizi, ne kadar değer verdiğimizi?
Her kayıpta yas, sevgimi de büyüttü. İçimdeki bazı taşları yumuşattı. Daha derinden sevmeye başladım. Daha sıkı sarılmak istedim. Belki biraz da onlar için güçlü kalabilirim dedim. Onların bıraktığı boşluğu sadece anmakla değil, yaşatmakla da doldurabilirim. Bazen düşünüyorum: “Yas nedir ki, sevginin direnmekten vazgeçmemesi değilse?” Ve galiba bunun tersi de doğru: Yas, bize sevmenin ne demek olduğunu da öğretiyor.
Birini kaybettiğimizde onunla birlikte giden sadece bir beden değildir. Onunla kurduğumuz ilişki, hissettiğimiz sevgi de bir süreliğine dona kalır. Yas, bu sevgiyi taşımanın başka bir yoludur.
Bir -an-ın bitişine duyulan yas: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…
Bitti mi şimdi? Biraz daha oynasam olmaz mı?
Yazı: Büge Erel
Çocukluğumu düşünüyorum; her 5 yaşındaki çocuk gibi hiç eve dönmek istemezdim, mümkünse sürekli parkta olayım, bir salıncaktan diğerine, oradan da kaydırağa koşturayım isterdim. Annemden “hadi eve gidiyoruz” sesini duyana kadar tabii. El mecbur. Sonra da eve gidip, parkı düşünürdüm. Şimdilerde özendiğim; anlam kavramını minik detaylarda yakalayabilen zihnimle gözümü kapatıp hatırlamaya çalışırdım.
Binemediğim salıncak nasıldı acaba?
Asıl o kırmızı tahterevalli, ah işte oradaki hissimi asla unutmayacağım.
Bütün yazı boyunca etrafında dönüp duracağım “yas”; bir anı özelinde hissedildiğinde, tam da böyle eklenti paketleriyle geliyor. Şahsen, kesinlikle biraz buruk, ama minnettar bir yerden konuştuğuna eminim. Bugün ise yetişkin hayatımızda bu duygunun çarpılıp, bölünüp binbir farklı maskeye bürünüşüne şahit oluyoruz.
Nasıl anlatsam? Avucunuzun içinde bir ana ait tüm ses, görseller, kokusu bile var. Kötü haber: siz parmaklarınızı araladıkça ufalanıyor. Uzaklaşmasını istemedikçe, daha sıkı tutunuyoruz. Önce rüzgarın esintisi geliyor, ulaşılmaz bir geçmişte kaldığı gerçekliğine yenildiğimize ise, biraz daha rahatlatıcı tarafı başlıyor, ellerimiz hafifçe aralanıp bir memnuniyet hissi kendini gösteriyor. Geride bırakılan zamanı avucumuzun içinde tutmaya gerek yok, ‘zihnimin bir noktasında kendine yer edinebildiyse, artık memnuniyetle anımsayabilirim sadece,’ diyorum. ‘Bu duygu, bana hayatım boyunca başka anlarda da eşlik edecek nasılsa.’
Bu, zamanla benim aramda: Arşive at
Bir insanın hayatındaki her anı hatırlamasını mümkün kılacak kadar geniş hafıza / duygu eşleşmemiz yok henüz. Sevgili evrim, bu iş sende. Tam da bu sebepten; özel bir an geride kaldığında, bu anıyı ya minnetle anacağımız ya da nefret edeceğimiz bir rafa koyuyoruz. Bir anı yaşarken farkına varmanın ötesinde, hatırlanacak ve anı olarak değerlendireceğimizi o anda anlayabilmek ise oldukça güç. Durup şöyle demiyoruz; “dur bir saniye, bu anıyı hatırlama şeklim bu noktada sona erecek.” Genelde bunu ancak, geriye dönük baktığımızda, yaşadığımız bir deneyim “anı” olduğunda konuşabiliyoruz. O da hatırlayabiliyorsak işte.
“Bir anın “sadece” bir kez yaşanabilecek oluşuna yönelik; onu tekrar yaşama isteğimiz ve artık yaşamamız mümkün olmadığı için, acıyla ve biraz da minnetle hissettiğimiz duygu”
Black Mirror serilerine kendimi aşırı maruz bıraktıkça, “yakın gelecekte yaşadığımız anıların tekrar yaşanabilmesini mümkün olursa, kişilere ve anlara yükleyecek anlamlarımıza ne olur?” diye sesli düşünüyorum. Bir anın tek bir kez; “sadece” bir kez yaşanmış oluşuna yönelik - biraz da manipülasyona açık- onu tekrar yaşama isteğimiz, ve yaşamamız mümkün olmadığı için acıya ve biraz da minnetle hissettiğimiz duygudan bahsedeceğim.
Evet, ilk okulda hoşlandığım çocuğun bana açıldığı o an, sen kal.
Anneanneme ait son anım, lütfen sen de kal.
Hepsine bakıp, tek tek hissedeceğiz. “En güzel anlar neden hep biter?” evresinden geçtikten sonra sizi tekrar yaşayamasam da; özlemle nasıl andığımı, anlamlandıracağız. Bu bize, bugünkü benzer duygularla nasıl devam edebildiğime yönelik ışık tutuyor olacak, çünkü. Yani, değil mi? Çünkü; bir duygu nerede başladıysa, orada durabilmek için kendi sınırını da çizer.
Yas dediğimiz illa ki bu kadar yoğun olaylarla anılacak diye bir şey yok tabii; kabul edelim yas çoğu zaman küçük şeylerle de kendini gösterebilir ve bu yüzden her yerdedir. Son yudum kahvede, eğlenceli bir tatilin sona erişinde, en sevdiğim dizinin final bölümünü izlememde… Uzun süredir okuduğum kitap biter ve “şimdi bu kitabı okuduğum süre bitti mi yani?”derim. Ne büyütmüşümdür o kitabı okumayı gözümde kim bilir. Sevdiğim dizinin final bölümünü bitirmemi aşırı kişisel algıladığım günleri bilirim. Garip bir hüzün ama garip tatlı bir “iyi ki” hissi taşır insan.
Bir ana duyulan ve “yas” dediğimiz şey bir nevi retrospektif şükran gibi bir şey. Fazlasıyla absürt değil mi? İnsan hem kaybettiği bir şeyin yasını tutuyor, hem de bir zamanlar en azından olmasına şükrediyor. Hem buradayız, hem biraz geçmişte…
Ana yönelik duyulan yastan bahsettiğimizde, o anda ne gördüğümüzü de konuşmak gerekir; bu geçmişteki bir “sen” yasını tutmak da olabilir gayet. Bir ihtimalin ya da hayalin kaybı da olabilir. İnsan yaşanamayan ama hissedilen bir geleceğin de yasını tutulabilir. Ama bu, bu yazının konusu değil tabii.
Peki gerçekten bir an gerçekten sadece “bir kez mi” yaşanır?
Nasıl hem burada, hem de biraz geçmişte olunur ki?
Bir anı yalnızca bir kez yaşadığımız için, o ana yüklediğimiz anlam yadsınamaz, fakat o anı düşündüğümüzde beynimizde neler olur gerçekten? Bugün biliyoruz ki, bir anı, detaylarını düşündüğümüzde o anı bir nevi yeniden yaşamamız mümkün. Bakın, mecazi olarak demiyorum! Beynimizdeki duygusal işleyişten sorumlu olan amigdala, geçmişte kalan bir anının hatırasını yeniden çağırdığımızda aktive olur ve o an tetiklenen duyguları neredeyse ilk anki gibi tetikler. Yani, bir an yalnızca bir kez yaşanmış dahi olsa, onu yeniden düşündüğümüzde, özlemimize eşlik eden gerçek bir duygu selini de yeniden çağırmış, o anın canlılığını ilk deneyime yakın bir seviyede hissetmiş oluruz.
Hem asla ulaşılamaz, hem de sürekli günümüze gelecek kadar kuvvetli anılar. Ama işin esprisi de burada ya! Her güzel şeyin bittiğini fark etmemiz, yaşananlara tam da bu şekilde anlam vermemizi sağlar. O yas “olmuş!”, “yaşamışım” dememizi sağlar. Kimi zaman bir göz yaşını, yarım bir gülümsemeye eşlikçi olarak buluruz.
Yas basit bir duygu değil bence, çok katmanlı. Zıtlıklarla dolu. Her biten bir anın yası, aslında bizi devam etmeye devam ettiren umudu da taşır. Bir şeyin bittiği yerde, duyduğumuz bağlılık ve sevgi kendini gösterir. Slavoj Žižek bir metninde şöyle der:
“İnsan gerçekliği yalnızca bir boşluk etrafında dönen anlamların hareketinden ibarettir.”
Aslında yas aracılığıyla bitişin realitesini ve yeniden yaşayabilmeyi deneyimleyebilmek için bir alan açılmış oluyor. Bırakılan anların; içimizde bıraktığı bir boşluk, “bir acaba” o duyguyu başka bir yerde tekrar aramamıza alan sağlıyor. Umuyorum.
Eh, bitiş neredeyse yaşanmış olanın dokunduğu tüm güzellik de yine oradadır.
Buruk krallığım İstanbul
Krallığım sandığım şehir, krallığım değildi belki de…
Yazı:
Dizilerde ve filmlerde gördüğünüz bavullar toplanmış; son kez odaya, eve dönüp bakma sahnesi bizzat kendi hayatımızda da bir o kadar hüzünlü olabilir. Geride bırakılan bir kent ise duyduğunuz hüzün, kentin yüzölçümünden bile fazlaymış gibi gelebilir. Bence bir insan, sadece o kentte yaşadığı anlara değil; kentin bütününe, semtine, sokağına, mekanlarına, sokaktan gelen seslerine de bağlanabilir, ardından da yas tutabilir. Zaten bir kentten taşınmak, fiziksel bir ayrılıştan ziyade yaşamdaki ve benlikteki bir kısım parçaları da geride bırakmak değil mi?
Bir benlikten başka benliğe ya da kentten kente
2023 yılı, malumunuz depremler… “Ben İstanbul’da okuyacağım” diyerek karar verdiğim ve aşırı heyecanla beklediğim kentte üniversiteden mezun olmuş, işe girmiş, sosyal çevremi oluşturmuş, yüksek lisansa başlamış vaziyette iki haftayı bile bulmayan ani kararımla mart ayında İstanbul’dan Ankara’ya taşınıyorum. Otobüse bineceğim gün arkadaşımla bütün Kadıköy’ü iki valizim, bir sırt çantam ve bilgisayarımla baştan sona turluyoruz. Devamlı gittiğimiz mekanlara gidiyoruz, sahilde kahve alıp parkta oturuyoruz; martıların nisbet yapışlarını dinliyorum, deniz kokusunu bol bol içime çekiyorum, yanımdan geçen insanlara bakıyorum sanki yüzlerini tanıyormuşum gibi.
Deprem korkumun, hayatımı yıllardır kurduğum kentten ayrılmama neden olmasına şaşırmıyorum ama çok üzülüyorum. Bütün arkadaşlarımdan, günlük rutinlerimden, uğradığım yerlerden, okulumdan, oturduğum pub’dan ayrılmanın ağırlığı aylarca hissediyorum. O kadar çok ağlıyorum ki biraz mübalağa ile gözyaşlarım Kadıköy’ün yüzölçümü kadar olmuştur diye düşünüyorum. Aradan aylar geçip Ankara’ya az çok alıştıktan sonra günlük yoğunluğum sebebiyle çok nadiren gidiyorum İstanbul’a, üstelik “ayda bir gelirim ya” laflarımdan sonra.
İstanbul defteri hayatımda tam kapanmamış olacak ki 2024 yılı mayıs ayının sonu ani ve reddetsem içimde kalacak bir iş teklifiyle tekrar İstanbul’a taşınıyorum. Ama bu sefer fark şu: artık Ankara’dan taşınacağım için ağlıyorum. Hayat, hani şu ‘siz planlar yaparken başınıza gelenler’ şey mi gerçekten? Bu sefer bir gece içinde ve sadece bir bavulla geri dönüyorum krallığım sandığım yere. Ancak fark ediyorum ki İstanbul ne benim eski krallığım ne de ben eski benim.
Bu sefer, valizimle kendime kalacak yer bulma telaşındayken İstanbul ile savaşmama bile gerek olmadığını fark ediyorum. Eskiden romantize ettiğim her şey gözüme batar hale geliyor; işe vapurda ayakta gidiyorum, Taksim’in kalabalığı çile gibi geliyor, evde tek kalmak sandığım kadar konforlu gelmiyor, takvimlerin uymaması sebebiyle arkadaşlarımla görüşmekte zorlanıyorum, kalabalıktan bunalıyorum, tiyatrolara artık doymuşum ki ne gidecek enerjim ne de ayıracak ekstra zamanım oluyor… İstanbul’da artık beni heyecanlandıran şey trenle ya da otobüsle Ankara’ya gitmek oluyor, ulaşım araçlarından inince beni karşılayan gözler. Bütün bunların üzerine deprem panik atakları da belirince 6 ayın sonunda istifa edip Ankara’ya geri dönüyorum. Dönerken yolda İstanbul’un haline, kendimin başta ne hayallerle ve toylukla taşındığına bi’ küçük burukluk hissediyorum.
Koskoca masalların kenti İstanbul, benim için artık içindeki güzellikleri görme amacıyla çaba sarf etmenin daha da zorlaştığı yaşanmaz bir hale geliyor. Dolayısıyla bu kente duyduğum yas sadece kentten ayrılmam değil, kente duyduğum aşkın da sönümlenmiş olması.
Kentlerden geriye bazen bir koku, ses, güneşin batışı, çalma listeleri, duvar yazıları kalıyor.
İstanbul’dan ayrılırken İstanbul’un yasını tuttuğumu sandım ancak orada kurduğum benliğim, hayallerim ve hallerim ile paket olarak yas tutmuşum. Geri döndüğümde ise değişmiş ve de gelişmiştim. Şehirler, insanlar, duygular bile yer değiştiriyor ve galiba bazı şehirlerden gidilmiyor aslında; sadece içinde var olduğumuz versiyonlarına veda ediyoruz. Ettiğimiz vedalar, güzel olsunlar.
20’lik Dükkanı Ziyaret Ettiniz mi?
Evet küçük bir reklam molası… 20’lik Dergi no.1 satışlarından belki de aşina olduğunuz 20’lik Dükkan’da yeni ürünler var! Adını ‘Halden Anlayan Şapkalar’ koyduğumuz şapkalarımız mesela…


Satışlarınızdan kazandığımız para yazar teliflerine ve 20’lik Dergi no.2'ye gidecek <3 Dergi no.2 demişken, hala no.1’i almadıysanız, onu da dükkandan alabilirsiniz!
Hepsine buradan ulaşabilirsiniz 👇
Not: 20 Mayıs, saat 21:00’den sonra verdiğiniz siparişleriniz 10 Hazirandan itibaren kargoya verilecek!
Ben Gamlı Hazan: Ayrılık
Benim ayrılıkla başa çıkma rehberim…
Yazı:
Salonda bir süredir içine gömüldüğümüz L koltuğumuzda ev arkadaşımla karşılıklı ağlıyoruz. O işine, ben de hayatımda çok değer verdiğim birine veda ediyorum. Duygularıma eşlik etmek için yazıyı arka planda Gaye Su Akyol - Ben Gamlı Hazan dinleyerek okuyabilirsiniz.Bu yazıda bolca duygularımızı akıtıyor, Aman Ayrılık! diye sitem ediyor ve Ayrılık ile nasıl başa çıkarız? , Ayrılık gerçekten başa çıkılması gereken bir duygu mu? bunları sorguluyoruz.
Yaşamımız boyunca paylaştığımız alanlara, duygulara farklı yol arkadaşları seçiyoruz. Seçtiğimiz yol arkadaşları kimi zaman erken kimi zaman gereken zamanda bize eşlik etmeyi bırakıyor. Hayatımızda hiç kimsenin sonsuza kadar bize eşlik edememesi ne kadar üzücü, en yakın arkadaşlarımız, ailemiz, sevdiklerimiz… Herkes kendine ayrılan zamanın ardından oradan ayrılıyor ve arkasında onunla paylaşılan güzel anılar ile ayrılığı bırakıyor kalbimize.
Ayrılıp veda ettiğimiz kişi gidiyor ama o kişi ile kazandığımız yeni alışkanlıklar kalıyor mesela. Böylece ayrılık ile uğraşırken, aynı zamanda yeni bir sen ile de uğraşman gerekiyor…
Ayrılıklar da kendi içinde ayrılıyor; fiziksel olarak araya giren mesafeler yüzünden ayrılıklar, anlaşmazlıktan doğan ayrılıklar, tükenmiş sevgilerden doğan ayrılıklar…Ayrılık, yaşanılan tüm anıların ardından duygusal bir iyileşme sürecini kapsıyor olabilir mi? Ayrılığı bir bitiş noktası değil de bitişle başlayan yeni bir yol olarak tanımlayabilir miyiz?
Ayrılık Güzellemesi
Ayrılıklar güzellenebilir mi veya güzel vedalaşmak mümkün mü? Birlikte paylaşılan tüm güzel anıların ve kırgınlıkların ardından en azından güzel bir vedalaşma hakkımız olmalı diye düşünüyorum ama bu hep mümkün olmuyor. Kurulan güzel dostlukların, paylaşılan anıların tekrar edemeyeceği hüznüyle ayrılığa biraz buruk yaklaşıyorum ama kimi zaman da karşıma güzel bir şekilde çıkıyor. Ayrılığın ardından gelen kendimizi yeniden keşfetme süreci, duygularımızı dökmek için açtığımız yaratım alanları ve şairlerden, aşıklardan dinlediğimiz eserler… Ayrılık belki de bir hatırlatma, yeni bir bahara uyanıştır.
Her ayrılık hayatımıza farklı deneyimler ve yeni öğretiler serpiştirir. Kimi ayrılıklar sayesinde yeni yollar buluruz, kimileri sayesinde farklı duyguları kabullenmeyi öğreniriz. Benim bu yolculuğumda öğrendiğim; bazen gitmek de sevmenin bir yolu ve sevgiyi büyütebileceğimiz yerler aramak bizim hakkımız. Herkes gelir her duygu geçer, ortak zamanlarda o duyguları paylaşabildiysek ne mutlu bize! Irmak geçtiğimiz aylarda, ‘Uptık Downız’ bülteni için hazırladığı yazıda ona daha iyi hissettiren sözleri listelemişti. Orada listenin gözbebeği olan bir sözü tekrar hatırlatmak isterim bu satırlarda:
“Her şey geçer, her şey unutulur; kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur.”
Ayrılığın ardından gelen iyileşme sürecine nasıl geçiyoruz peki? Bu konuda bana iyi gelenleri listelemek istedim, umarım sizin ayrılık süreçlerinizde de kendinize bolca sarılacağınız fırsatlar yaratır.
💖 Ayrılığın Ardından Hayatta Kalma Rehberi: 💖
Yarım kalan vedalar kendini hep hatırlatabilir, eski dostunuzla, işinizle veya partnerinizle vedalaşıyorsanız gönlünüzce vedalaşmayı deneyin.
Güzel anılarınız yaşanması gereken zamanlarda sizinleydi, onları güzel hatırlayın.
İçinizden ağlamak geliyorsa alternatif arabesk dinleyin, söktürücü etkisi vardır.
Duygularınızı dökebileceğiniz yazı, resim, ses gibi kreatif paylaşım alanları yaratın.
Sevdiğiniz şeyleri hatırlayın ve kendinize hatırlatın; yüzmek, okumak, sahilde oturmak, şıkır şıkır hazırlanıp dışarı çıkmak…
Uzun bir yürüyüşün şifa olmadığı az şey olduğunu düşünüyorum. Yürüyün.
Yanınızda duygularınızı paylaşabildiğiniz dostlarınız varsa açın Rakı’msı Şeyler playlistini ve 70’likleri, biraz sofrada dökün içinizi.
Şehir içinde bu alanı yaratmak zor olsa da imkanınız varsa bir süre doğayla iç içe kalmaya çalışın. Çime, toprağa basın.
Terapi düşünmüş müydünüz? Belki vaktidir.
Yazının bu kısmında mikrofonu size uzatmak istedim. Size sorduk: ‘20’likler ayrılığın getirdiği duygularla nasıl başa çıktınız?’
BAŞA ÇIKAMADIM! 😥
Kitap okuyarak başa çıkıyorum.
Ayrıldığımızdan beri ölmüş gibi davranıyorum, ara sıra aklıma gelince isminin önünde otomatik ‘rahmetli’ kelimesi beliriyor. (Ne diyelim! Herkes kendi vedasının helvasını kavurmaya başlasın en iyisi)
Ayrılık sonrası duygusal boşluğumda sevdiğim insanlarla daha fazla vakit geçirerek rahatlıyorum.
Ayrılık sonrası ben kendime daha çok odaklanıyorum ve kendimin en iyi versiyonu olmak için çabalıyorum, her ayrılık bana yalnızlığın ne kadar kalıcı olduğunu hatırlatıyor ve bu bana kendimi geliştirmek ile ilgili daha çok güç veriyor.
Güzel dostlukların, ilişkilerin veya vedalaştığınız herhangi bir şeyin ardından yaşadığınız hüznü inanın paylaşıyorum.. Hiç bitmese dediğimiz anlar bitiyor, hep kalsa dediğimiz insanlar gidebiliyor. Ama her şey geçiyor, her şey geçiyor… Soframızdan eksilenler oluyor, yeniden gelenler, ilk defa oturanlar…Hepsi değişse de, soframız burada. Üstünde çayı da var, rakısı da. İstediğinizde çekin sandalyeyi, bizle oturun.
💕Bu hafta konumuz yas, ya da Büge’nin söylemi ile ‘retrospektif şükran’…
🌄Haftaya editör koltuğuna
oturuyor. Yeni bir Alıp Başını Gidenimiz var!💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya aynı saatte görüşmek üzere diyelim mi? ✨
Şerefe!