İlk biz bir kendimizi sevelim de, gerisi kolay.
Self care, little treat'ler ve romantikleştirilmeye çalışılan bir hayat
Selam gençler!
Nasılsınız? Haftanız nasıl geçti? Bugün pazar, evet, ama ben perşembe olduğunu varsayarak hayatıma devam ediyorum. Çünkü, arada tutturamazsak da, 20’lik her perşembe 21:00’de çıkıyor… Neyse biz bültene başlayalım.
Koltukta yatmayı seviyor musunuz? Ben sanırım yataktan çok koltukta yatmayı seviyorum. Yeni taşındığım dairede çok güzel camlar ve şans eseri bulduğum inanılmaz rahat bir koltuk var. Dün gece aldım pembe yastığımı, yorganımı ve orada uyudum. Hoşuma gitti. Bir süre daha buralarda uykuya dalmayı planlıyorum. Nedense tek kişilik bir yatılı partideymişim gibi hissediyorum, bir lüksmüş gibi, çok sık yapmadığım için bir hediye gibi.
Bugün ise çok yakın bir arkadaşım ile Feriköy Antika Pazarı’na gittik. Bob Dylan’ın ve Chicago’nun plaklarını aldım ( buradan Mörç ve Taner’e selamlar), gözleme yedim ve nar-portakal suyu içtim. Sonra da aşırı “basic” meyve suyu karışımım yüzünden azarlandım. Benim azarlanmamı dinleyen diğer müşteri de bana hava atarcasına zencefilli, pancarlı bir karışım istedi… Gezdik, inceledik, bolca sohbet ettik. Arkadaşımla ortaokul mezuniyetinde boy sırasına dizildiğimizde ( ikimiz de uzunduk) tanışmıştık ve o gün harika bir dostluğun ilk tohumlarını ekmiştik. Dörtlü kız grubumuzun diğer iki üyesi maalesef çalışmak zorunda olduğu için bizim bu keyfli sabahımıza katılamadılar. Günün diğer kalanında ise açtım bilgisayarı, çalıştım. Güne dışarıda ve yavaş başlamak, güneşi tenimde hissetmek, işten biraz kopabilmek iyi geldi.
Kopabilmek ve keyif de bu haftanın teması aslında. Dank’ın “biz bizi sevmezsek, kim bizi sevecek?” adlı kapak çalışmasından ilham ile kendimizi sevmek için yaptıklarımıza odaklanıyoruz bu hafta. Kadın olmanın, insan olmanın, umut dolu olmanın inanılmaz derecede zorlaştığı şu günlerde, kendimize iyi bakmamız gerekiyor. Dayanışmaya, duruş sergilemeye, birbirimizin yanında olmaya devam ederken aynı zamanda kendi ruh sağlığımızı korumaya çalışmamız önemli. En azından 20’likte böyle düşünüyoruz.
O zaman bakalım bu hafta nelerimiz var?
⏩️ Şeyma soruyor; Her Şeye Rağmen Nasıl Devam Ediyorum?
⭐️ Irmak bize yeni bir slogan veriyor: “Kendimize iyi davranmak bedava.”
🍿 Kardelen’den bir film önerisi geliyor: Neredesin Firuze?
🍫 Bensu,‘little treat’ler ve hayatı romantize etmek üzerine düşüncelerini paylaşıyor.
Dolu dolu bir sayımız var <3
Harika okumalar ve şimdiden güzel haftalar,
Kucaklarla,
Yasmin
Her Şeye Rağmen Nasıl Devam Ediyorum?
Bu yıl o yıl mı?
Yazı:
Sevgili dostum Zeynep ile bir rutinimiz var. Her yıla “bu bizim yılımız olacak” diyerek başlıyoruz.
Henüz tam anlamıyla “evet! İşte bu benim yılımdı,” dediğim bir yıl olmasa da umutla söylemeye devam ediyorum. 2024 yılı için de yine aynı şekilde bu benim yılım olacak dedim. Aslında iyi de devam ediyordu. Ancak ne yazık ki yaşadığım ülkede ve şehirde bir kadın olarak tümüyle bir yılı kucaklayıp bitirmek pek de mümkün değil. Görünen ve görünmeyen çok fazla engel var.
Gündem yoğun, gündem çok yoğun.
Son zamanlarda sosyal medyada gördüğüm ve artık benim için dayanılmaz bir karanlığa dönen olayları okudukça, yaşadıkça umutlu bir şekilde devam etmek gerçekten de zorlaşıyor. Böyle durumlarda sosyal medyadaki bu içerikleri görmemek için bağlantımı kesip, dünyadan fişimi çekip kendimi sıfırlarken buluyorum. Sonra kötü kalabalığın bir parçası olmaktan korkup, kendime ve değerlerime iyi bakmam gerektiği aklıma geliyor. Tam o sırada hareket halinden eyleme geçiyorum.
Hiç kolay değil.
Tüm bu olumsuzları görüp etkilenmemek, var olan düzene karşı haykırmamak hiç kolay değil. Ancak iyi bir şeylerin olması için benim gibi çaba gösteren, değişim isteyen gençler değiştirmek istediği birçok şey için önce kendisinin iyi olması ve hissetmesi gerektiğini biliyor. Bu yüzden de her şeye rağmen kendimi, ruhumu ve fiziksel sağlığımı iyi tutmak için çabalıyorum.
Herkesin bu konudaki kendini iyileştirme rutinleri ve bazen de olumsuz düşüncelerden sıyırma şekli farklı olabiliyor. Benim kendime iyi gelen rutini bulmam pek uzun sürmedi. Ne peki bu? Çalışmak ve yazmak. Evet, kafamdakileri yazıya dökebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Sanki yazı yazdıkça gündemdeki olumsuz haberlere ve gerçeklere dair olumsuz tüm düşüncelerimi de kağıda döküyor ve içimden atıyor gibiyim. Hatta bu, gibiden öte, öyle. Bu biraz full time yaptığım mesleğimden, avukatlıktan da kaynaklanıyor olabilir. 18 yaşından beri “pratik-case” adı altında Türkiye’nin gerçekliğini bir sınav sorusu pratiği adı altında gördüğüm için artık “ne yazık ki” gündemdeki olayları hukuki bakış açısıyla yorumlayıp onunla sınırlı tutmaya çalışıyorum.
Bir şeylerin değişebileceğine dair inancı bence her birimiz ayrı ayrı hissediyoruz. Ancak buna ‘çok iyimsersin’ olarak yaklaşan da olacaktır. İyimserlik yerine ‘umut’ diyebiliriz bence. Zaten aksi durumda kendimiz için iyi bir şeyler yapmak bize çok anlamsız gelecektir. İki kavram arasındaki ayrımı da Aldous Huxley’den öğrenmiştim. “Umut, bir şey için başarılı olma ihtimali olduğu için değil, iyi olduğu için mücadele etme gücüdür. İyimserlikle aynı şey değildir.” diyor.
Bu yazıya da aktarmak için okuma yaparken tatlı bir dizeye (Aydınlık Mekanlar, Olav H. Haugei) denk geldim. Aşağıya bırakıyorum. Her şeye rağmen umut ve kendimize iyi gelmeyi konuştuğumuz için bu yazıda yeri olduğunu düşünüyorum.
Don't give me the whole truth,
don't give me the sea for my thirst,
don't give me the sky when I ask for light,
but give me a glint, a dewy wisp, a mote
as the birds bear water-drops from their bathing
and the wind a grain of salt.
(Luminous Spaces - the poetry of Olav H. Hauge)
Bana iyi gelen şeyin çalışmak ve yazmak olduğunu belirttim. Bazıları ise sporun, meditasyonun, yoganın veya masajın iyi geldiğini söylüyor. Bence kendimize iyi gelecek şeyin ne olduğunu keşfetmiş olmak ve bunu yapabilmek çok önemli. Peki size iyi gelen bir rutininiz var mı? Paylaşmak isterseniz beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz. Heyecanla bekliyorum!
Self Care diye ben: Kendine iyi davranmak
Kendimize iyi davranmak bedava.
Yazı:
Sevgili 20’likler, nasılsınız? Kendinize iyi davranıyor musunuz? Düştüğünüzde yaralarınızı sarıp sarmalıyor musunuz? Yoksa nasıl düşerim diye bir de siz mi vuruyorsunuz? Bu soruları alıp cebe koyduysanız, başlayabiliriz. Konumuz aslında self care. Self care yani öz bakım denince akla genellikle fiziksel bir bakım geliyor. En azından bana öyle geliyor-du. Örneğin cilt bakım rutinine sadık kalmak, iyi beslenmek, spor yapmak, belki de bir masaj molası vermek. Fakat bu saydıklarım gibi oldukça tüketim odaklı bir hale bürünen self care algısına ben bugün bedava olan bir şey eklemek istiyorum. Kendimize iyi davranmayı!
Biraz dertleşmek de istiyorum aslında sizinle. Geçtiğimiz aylarda çok zorlandığım bir dönem oldu. Kriz anında yakınlarıma ulaşamadım; bildiğimi sandığım, ezber tuttuğum bütün matematikler çöktü ve yapayalnız kaldım. İşte o gün anladım ki kendimin yanında sadece kendim varım. Gerçek anlamda kollarımı bedenimde kavuşturup sarıldım o gün kendime. Acı bir farkındalıkla sarıldım hem de. Sevdiğim herkese iyi gelmeyi denerken, dünyanın yükü omzumdaymış gibi koştururken kendimi unutmuşum meğer ben. Kendime ne kadar da kötü davranmışım. En ufak aksilikte hırpalayıp itip kakmışım [onu]. Bazen zorbalamışım hatta.
Bu hayatta sanki herkese ana dillerinde bir yaşam rehberi dağıtılmış da sadece ben o rehberi anlamıyormuşum gibi, neden böylesin sen, diye kendi kendimin üzerine gitmişim hep. Kendimden özür diledim o gün. Anladım ki günün sonunda kendimle başbaşayım; günahım da sevabım da bana ait. Yapabildiklerim de benim, yapamadıklarım da. Herkes gibi biriciğim ben de bu hayatta. Elimden geldiğince, düşe kalka; bazen bilerek, bazen bilemeden, bazen bilsem de ilerleyemeden yaşıyorum bu hayatı. Evet, herkes gibi!
O gün bana dank etti işte, self care denen şey sadece saunaya gidip toksinleri atmak değildi. Kendi kendimize verdiğimiz zehri de atmaktı aynı zamanda. Hatam da benimdir diye kabul edip elimizden geleni yapmaya çalışmak, yine olmuyorsa yine denemek ama neden olmuyor diye kendimizi dövmemek. Zannettiğimin aksine kimseye dağıtılmamıştı yaşam rehberi, aslında yaşadığımız acı tatlı deneyimler zaman içinde bize rehber oluyordu. İç sesimize kulak vermek önemliydi bu yüzden. Bir başkası daha iyi bilemezdi bizzat yaşadığımız hayatın eğrisini doğrusunu. Belli bir cevap anahtarı da yoktu, cevap sandığımız şeyler yarı yolda değişebilirdi ve esnek davranıp bu değişikliklere okey olmaktı biraz da self care. “O zaman elimdeki araçlarla ya da o zamanki bilgimle bu kadarını yapabildim ve bir dahakine daha farklı yapmayı denerim” diyebilmekti. Gerektiğinde kendine sarılmaktı, kriz anında yaptığım gibi. Ufacık detaylara kafayı takıp büyük resmi kaçırmamaktı sonra. Kargacık burgacık görünen çizgiler uzaktan bakınca koca bir hayat ediyordu nihayetinde. Herkesin kendine özgü olan, eşsiz benzersiz, biricik bir hayat.
Oh, rahatladım. İç dökmek de benim kendime bakma rutinimin bir parçası diyerek önce kendime sonra da her birinize sarılıyorum sevgili 20’likler. Biliyorum ki insan özellikle 20’lerindeyken her şeyi çözmüş olması gerektiğine inanabiliyor. “Hala ne istediğimi bilmiyorum, ne yapacağım, herkes hayatını yoluna koydu” gibi sorgulamalar bir yük gibi biniyor sonra insanın üzerine. 20’ler aslında çocukluk ve ergenlikten sonraki ilk yetişkinlik yılları, ergin aklımızla yaşadığımız ilk deneyimler demek. Bir şeyleri henüz net bir şekilde bilmememiz çok doğal değil mi? Eğer siz de yer yer böyle hissediyorsanız, şu ana kadar geldiğiniz yolları bir düşünün ve kendinize sarılın. Self care rutinine kendine iyi davranmayı eklemeyen kalmasın.
Umut Müzik İmparatorluğu’nun Hezeyanları: Neredesin Firuze
“Ama beklersen gelir, belki gelir.”
Yazı:
Hepimizin hayatını etkileyen, kalbinde taht kuran, izlemekten bıkmadığı ve hatta hayatındaki özel kişilere de izlettiği filmler vardır. Filmler, kitaplar, şarkılar için ilk beşimi belirlemekte çok zorlanan ben, film konusunda listemdeki bir numarayı belirleyince omuzlarımdan yük kalkmış gibi hissetmiştim. Ne de olsa “en sevdiğim film” demek ağır bir cümleydi. Dönemden döneme değişen ruh halimle, her zaman “o” filmi izleme motivasyonuna sahip olmayabilirdim. Ya da birine izlemesi için öneride bulunurken “kötü yorumlar yapar mı acaba” diye kaygılanmamam gerekiyordu. Kararımı net olarak verdikten sonra gönül rahatlığıyla diyebilirim ki benim için “o” film: Neredesin Firuze!
2004 yılı, Ezel Akay yapımı olan bu muhteşem filmi çocukluğumda tabii ki izlemiştim. Ancak şarkısı hariç net olarak bir şey hatırlamıyor olacağım ki üniversitenin ilk yıllarında, bir sohbet esnasında filmin konusunun geçmesi üzerine filmi tam olarak bilmediğimi fark etmiştim. O gece sevdiğim atıştırmalıklar masamın üzerinde, rıhtıma bakan pencerem açık, odamın ışıkları kapalı Neredesin Firuze’yi açmıştım.
Demet Akbağ’ın İnleyen Nağmeler şarkısından bir sözü okuyarak başladığı sahne, daha ilk anda beni kendisine çekmişti. Şarkı, şarkıcılar, rüya gibi bir dünya, şan, şöhret, ün, iyi kalpli bir yabancının ellerden tutması, sivil melekler derken gerçek dünyadan sıyrılıp bir masala dahil olduğumu seziyordum. Çok da heyecanlıydım! CD ve kaset dünyasının unutulmaya yüz tutma süreci ve Umut Müzik İmparatorluğu’nun hezeyanları başlıyordu. Sonrasında teker teker muhteşem oyuncuları izliyor, Haluk Bilginer’in canlandırdığı Hayri karakterinin en yakın arkadaşım olmasını diliyordum. Çünkü bence Hayri karakteri gibi biri arkadaşınız olursa her zaman bir yol bulurdunuz. Hayri karakterinin replikleri ve zihin dünyası o kadar muhteşemdi ki eleştirdiğim birçok olumsuz özelliğin üstünü örtüyordu adeta. Bunda tabii ki Haluk Bilginer’in cazibesi de etkiliydi.
Filmde beni etkileyen bir diğer konu İstanbul’un eski halini görmek olmuştu. Çünkü benim gördüğüm İstanbul, filmdekinden bir hayli farklıydı. Unkapanı’ndan neredeyse her hafta geçmeme rağmen filmi izleyene kadar semtle özel bir bağ kurmamıştım. Semtin, İstanbul tarihi içerisindeki önemini elbette biliyordum ama tüketim uğruna her şey o kadar çabuk değişiyor, dönüşüyordu ki semt hafızası da kaybolmaya yüz tutuyordu. Arkadaşlık üzerine de bir süre düşündürmüştü. İntihar etmeye kalkışırken bile bir noktaya kadar birbirlerini bırakmadıkları bu arkadaşlık, günümüz koşullarında ne kadar mümkündü?
Beni temelde asıl düşündüren ise hiç tanımadığın, görmediğin, bilmediğin birinin sözlerinden, bakışlarından etkilenmek ve bütün hayatını ona endekslemek ne demekti? Ferhat karakterinin bir billboard’da gördüğü fakat hiç tanımadığı Melek karakterine aşık olup peşine düşmesi Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmine de bir referans mıydı? Temkinli yapıya sahip bir insan olarak böyle bir durum yaşamadığım için tahayyül etmek zor gelmişti. Fakat birinin sözlerine kapılıp gitmeyi bir yandan romantik ve cesaretli de buluyordum. Neyse, benim için böyle şeyler ancak filmlerde olurdu.
Film bittikten sonra bilgisayarımı kapatıp bir süre sandalyemden kalkamadığımı hatırlıyorum. “İçimi umut mu kaplamıştı, umutsuzluk mu?” sorusunun cevabı benim için çok havada kalmıştı. Evet çok gülmüştüm, kostümlerin şıkır şıkır oluşuna bayılmıştım, replikleri muazzam bulmuştum, şarkıların söylendiği sahnelerde eğlenmiştim ancak hangi duygunun ağır bastığını anlayamamıştım. Sonraki dönemlerde tekrar tekrar izledim. Annemle izledim, arkadaşlarımla izledim, pandemide izledim, genel seçim sonrası izledim, taşındığımda izledim, en son bu yaz erkek arkadaşımla izledim. Şöyle bir sonuca vardım: Gerçekliği masalsı bir yerden ele aldığı ve aslında tam da hayatın içerisinden söylemlerde bulunduğu için film hayatı yansıtıyor. Hepimizin beklediği o kurtarıcı melek gelmiyor, dipte yaşayan balık gibi çarptığımız ve de çarpıldığımız dönemler oluyor, çok ağladığımız durumlar yaşanıyor, yaşarken ne yaşadığımızı bilemeyebiliyoruz, olmayan kişileri “Neredesin Firuze be, neredesin!” diye çaresizce arıyoruz ve birilerinin hep “evde” olmasını bekliyoruz…
Çok incelikle yazılmış ve çekilmiş bu filmin evreninde yaşamayı hayatımdaki birçok şeyden daha fazla isterdim. 19-20 yaşımdaki halimle oldukça etkilenmiştim, 27 olacağım etkisi hâlâ geçmedi. Üstüne de bu kadar iyi yapımlı bir film henüz gelmedi.
Hayatı romantize etmeden yaşayamıyorum: Kendimizi ödüllendirmenin anatomisi
Ben Bugün Çalıştım: Nerede Benim Küçük Ödülüm?
Yazı:
Bir fincan çayın sıcak buharı ile rahatladığınızı hissettiğiniz oldu mu? Gergin, kaygılı ya da üzgün olduğumuz bir anda mutlu olamayacakmış gibi hissetsek de çayın güzel kokusu ve bardağın sıcaklığı bizi bir an olsun tüm sıkıntılarımızdan soyutlar. Nefes aldırır. Bu kısa ama keyifli an sonsuza kadar sürsün isteriz. Yağmurun altında ıslanırken bunu bir ‘main character moment,’ olarak adlandırmak, otobüste cam kenarı koltuk kaptığımızda yağmurun patır patır vurduğu camdan dışarı bakarak müzik videosundaymış gibi davranmak ihtiyacımız olan şey olabilir mi? Yani hayatı ‘romantize etmek’ bizi motive etmek için ihtiyaç duyduğumuz şey olabilir mi?
İtiraf edelim. Hepimizin dünya üzerinde iyi hissedebilmek için yarattığı bir düzine ‘’gerçeklikten uzaklaşma’’ tekniği var. Buna yeni nesil sözlükte hayatı romantikleştirmek deniyor. Bunu TikTok ya da Instagram üzerinde rutinlerin paylaşan birçok insanda görüyoruz. Mumlarını yakıyorlar, sabahlarına uzunca demledikleri kahve ile başlayıp camdan dışarı bakıyorlar, en basit yere bile süslenerek gidiyorlar… Bazısı romantik olmaya gözlerini devirdiği için ‘’kendini rahatlatma yöntemleri’’ diyor. Self soothing ya da daha geniş öz bakım pratiklerinden biri olan mindfulness pratiklerini bu rahatlama pratiklerinin içinde söyleyebiliriz. Profesyonel kişisel bakım sitesi olan Kinship self- soothing ve yararları ile ilgili şunları söylüyor: kendimizi sakinleştirme, duygularımızı yatıştırmak için kullanılan bir davranıştır. Bu sıkıntılı ya da üzgün hissettiğimizde kendimizi daha sakin bir duyguya geri getirmektir. Genellikle bunu 5 duyumuzla duygularımızı birleştirip ‘’anın içinde olma pratikleriyle’’ yaparız.
Hayatı romantikleştiriyoruz, kendimizi sıradan şeylerin rahatlatıcı ve samimi ve doğasına veriyoruz. Kontrolümüzde olmayan şeylerin iyi yanına odaklanarak buradan farklı bir anlam çıkarıyoruz. Bunların hepsini de kendimizi yeniden motive motive etmek için yapıyoruz. Gündem ya da gerçeklik, iyice can sıkıcı bir hal aldığında, kişisel hayatımız boğucu olduğunda, durmaya çalışmak diye de özetleyebiliriz. Gül renkli gözlükler takmak belki de — ama iyi anlamda. Bunun bir adım ötesi de ‘little treats’ ya da ‘minik ödüller’ olarak adlandırılıyor.
Nedir bu ‘little treats?’
Belki camdan dışarı bakıp farklı bir realite hayal etmek, gündelik hayatınızın rutinini farklı bir senaryoya oturtmak sizlik değil. Belki daha elle tutulabilir, anlık bir tatmine ihtiyaç duyuyorsunuz. Hoş geldin little treats. Kendini kötü mü hissediyorsun? Kendine çikolata al. Yapman gereken bir işi sonunda tamamladın mı? Bir ödülü hak ediyorsun. İce latte olur mu? Bizce olur.
Çok tüketim odaklı duyuluyor, farkındayız. Ama bazen kendimizi rahatlatmak için ödüllendirme sistemimizi devreye sokmamız gerekiyor. Mesela benim için bu sevdiğim bir kafenin bahçesinde yeni aldığım defter ve kalem ile yazmaktır — sevdiğim bir tatlı da bunun eşlikçisidir.
Olaylara bakış açımızı değiştirsek de yaşadığımız olayların içeriği aynı kaldığında, duygusal sistemimizin bizden istediği farklı bir başa çıkma yöntemi olabilir. Npr’de Z kuşağının kendilerini şımartma yöntemlerini inceleyen uzmanlar little treat’lerin . Makalede little treatlerin, gençlerin kendilerini rahatlatmak amacıyla gerçekleştirildiği vurgulanırken bu davranışın anlamı genişletiliyor
“little treat üzüntüden kaçmak için değil aslında kendini bir başarının sonucu olarak ödüllendirmekle ilgilidir”
O zaman kendimizi küçük şeylerle ödüllendirmenin altında bir hak etme davranışının olduğunu söyeyebilir miyiz? Bence söyleyebiliriz çünkü bu ödüllendirme sistemi kendimize ‘’bu haftayı da atlattın, ‘’bu duygunun ve bu işin de üstesinden geldin’’ diyerek bir duygusal rahatlamanın devamı olarak ortaya çıkıyor. Kendimize bir şeyin sonucu olarak bir hediye almak istiyoruz; bir şey başarmışız, bunu kutlamak gerekiyor!! Kendimizi desteklemek ve aferin çok iyi gidiyorsun demek, bize o an farkında olmadığımız büyük bir motivasyon ve özgüven kaynağı olabilirken, little treatlerin adında olduğu gibi ‘’küçük hediyeler’’ olarak kalmasına da dikkat etmemiz tüketim çılgınlığına ve kendi ekonomimize zarar vermememiz açısından önem taşıyor. Burada yine denge gerekiyor; başarılarımızı kutlamak, hayatta aktif bireyler olduğumuz için, umutsuzluğa kapılsak da devam etmeye çalıştığımız için kendimizi tebrik etmeliyiz. Ama tabii çok da abartmayalım… O zaman ne diyoruz. Kendimizi ödüllendirmek bir motivasyondur çünkü bu bir istek değil ihtiyaç!
💕Bu hafta kendimizi sevmek ve ödüllendirmek üzerine yazılar paylaştık. Şimdi herkes kendine sıkıca sarılsın.
🎺Haftaya, Kreşendo’nun festivali, Bu Festival Bizim medya sponsorluğu kapsamında hazırladığımız ilk bülten ile sizlerleyiz!
💌Çevrimiçi rakı soframız olan 20'liğin Instagram hesabını buradan takip edebilirsiniz. Artık TikTok’umuz da var, bekleriz.
💬Bu sayımızla ilgili yorumlarınızı, düşüncelerinizi bekliyoruz! Aşağıda buluşalım.
✨ O zaman haftaya görüşmek üzere diyelim mi? ✨
Not. Çok sevdiğim e-bültenlerden biri olan After School by
’in sonunda şu cümleler yazar: “Tüm yazım hataları dikkat ettiğinizden emin olmak için, bilerek yapılmıştır.” Onu bunu bilmem ama bazı hatalar, kaymalar olabilir. Kusura bakmayın <3Şerefe!
💕 Yasmin 💕
20'lik hayatımın ilk 20'lik yazısı...the worst person in the world filminde ana karakterin de dediği gibi kendi hayatımda bir izleyici gibi hissettiğim şu son zamanlarda bu yazılar çok iyi geldi her biri ayrı güzeldi. Ayrıca 20'liği bir 20'lik olarak okumanın farklı bir güzelliği var :)